DerlediklerimizGüncel

ALİ DURAN TOPUZ | Yurttaşın akşam yemeği, anti-hukukun kahvaltısı

Avukat dediğin devletine bağlı olur, Metin Feyzioğlu gibi; fakat Hatay Baro Başkanı yurttaş olanlardan çıktı, aslında hiç umudu olmasa bile mesleki refleks olarak dayanaktan ne kast ettiğini anlatmayı hedefleyen soruyu sordu: “Şüpheli miyim?”

“Şikayet et” diyor biri. “Yaz, CİMER’e (?) yaz” diyor. “Kimliğinizi verir misiniz?” Polisler konuşuyor. Bir adamın başında. Adam lokantada eşi ve çocuğuyla yemek yiyor. Telaşlı sesler. Gerilim var. Adam avukat. Hatay Baro Başkanı Ekrem Dönmez. “Ben kimliğimi yazı olmadan göstermiyorum. Yazılı dayanak…” Avukat olarak konuşmuyor, ailesiyle akşam yemeği yiyen bir yurttaş olarak konuşuyor. Sesi, polis sesleri arasında kayboluyor.

(…)

Bir polis, otorite belirten el hareketleri eşliğinde, kendinden çok emin, “Kimliğinizi sorma yetkim var” diyor. Var tabii. Kanunda yazıyor. Ama şartları var bir de sormanın. Hepsi kanunda yazıyor. Oraya geleceğiz.

(…)

POLİS=DEVLET=KANUN

Avukat, “Kimliğimi yazılı dayanak göstermeden soramazsınız” diyor. Bir başka polis, ellerini arkasına bağlamış sıkkınca (‘çattık’ der gibilerinden) etrafa bakınırken avukata dönüyor, biraz amir, biraz ağır ağabey, biraz çözüm üretici edasıyla el hareketiyle yaklaşıyor, “Beyefendi hiç gerek yok. Akşamı rezil etmeyelim. Sizden rica ediyorum…”

Bu sefer avukat kesiyor sözü, “Ben göstermiyorum. Siz bana o yazıyı, dayanağı vermezseniz…” Yarı babacan yarı ağır ağabey polis, “Biz devletiz” diyor.

Polisin kendisini devletle özdeşleştirmesi yeni vaka değil, en çok HDP (ve selefi partilerin) milletvekilleriyle karşı karşıya geldiklerinde söylemeyi seviyorlar bunu. Yani devlet olarak polisin milletvekilinden üstün olduğunu zaten biliyorduk, şimdi Baro Başkanı, kimliğini istemelerinin dayanağını yani sebebini sorduğunda, polisin yaptığı işin sebebini/dayanağını söylemek yerine devletle özdeş olduğunu hatırlatması, polis olarak devletin hukuktan da üstün olduğunu öğrenmemizi sağladı. Bir daha. Öğreniyoruz işte.

“Biz kanunsuz bir iş yapmayız.” Bu cümle, devletin kolluk memuru ile kanunun kendisinin eşit olduğu halde bir anlam taşıyabilir. Memurun yaptığı kanunla eşitse kanunsuz olamaz, ne yaparsa yapsın. İçişleri Bakanı’nın da taşıdığını bildiğimiz bu fikir, devlet görevlilerinin yargı denetimi dışında görülmesini davet eden bir fikir. Mahkeme dediğin, yurttaşı yargılar, hiç devlet kanunsuz iş yapar mı?

(…)

‘BÖYLE BİR DAYANAK YOK Kİ’

Bir başka polis yaklaşıyor, hakimane bir edayla, net bir sesle, “Beyefendi kimliğinizi niye vermiyorsunuz? Sebep?”

Sebeple sonucun yer değiştirdiği nokta daha güzel sahnelenemezdi: Avukat, ailesiyle yemek yerken durdurulup kimlik sorulmasının sebebini soruyor, kanuna dayanarak. Polis ona kimliği niye vermediğini soruyor. “Sebep” belirtmek zorunda olan, sebep talep ediyor.

“Yazılı dayanak istiyorum vermiyorlar.”

“Böyle bir dayanak yok ki. Yani kimliğinizi ibraz etmek zorundasınız. Şu an suç işliyorsunuz.” Elhak doğru. Polisin yaptığının dayanağı yok.

Kimliği ibraz zorunluluğu gerçekten de kanuni bir zorunluluk ama polis, vatandaşın o zorunluluğu yerine getirmesi için gerekli şartları, yine kendisinin uyması gereken şartları, “devlet olarak” ortadan kaldırmış durumda. Polis devlet olursa, yurttaş ne olur? Hiç. Hiç olur.

(…)

Başka bir polis giriyor kadraja, ilk üç polisin yapamadığını o yapacak umuduyla. O da şaşkınlığını kendi üslubuyla dile getiriyor: “Buna bir dayanak yok.” Anlaşılan bütün polisler dayanaksanız bir iş yapıldığını biliyor, dayanak gerektirmeyecek kadar doğal bir iş yaptıklarını düşünüyorlar çünkü. Doğallaşmış dayanaksızlık hali bu.

Devam ediyor sahneye son giren polis: “Polis olarak bizim yetkimiz var. Anlatabiliyor muyum?”

(…)

Avukat dediğin devletine bağlı olur, Metin Feyzioğlu gibi; fakat Hatay Baro Başkanı yurttaş olanlardan çıktı, aslında hiç umudu olmasa bile mesleki refleks olarak dayanaktan ne kast ettiğini anlatmayı hedefleyen soruyu sordu:

“Şüpheli miyim?”

Polis, avukatın bildiği hukukun artık bilinmediğini çok iyi özetliyor:

“Abicim o bizim inisiyatifimizde olan bir şey. Onlarca yüzlerce vatandaş şüpheli olduğundan değil.”

HER AN KONTROL EDİLEN YURTTAŞ

Onlarca, yüzlerce, aslında binlerce, on binlerce, yüz binlerce vatandaş, bu inisiyatifle aynı muameleye tabi tutuluyor. Şüpheli olduğundan değil. “Huzur ve güven uygulamaları” denilen bu kimlik sorma-GBT bakma rutini, aslında ne bir şüpheyle ilgili, ne de bir başka polisiye gereklilikle bağlantılı bir iş. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün internet sayfasında, sadece 2020 Haziran ayında 177 bin 102 yurttaşın “kontrol edildiğini” yazıyor.

Şüphe başta olmak üzere herhangi bir polisiye gereklilikle ilgili olsa, neden şüphelenildiğini, niçin bu işlemin yapıldığını, işlemin hangi kanun maddesine atfen, hangi mahkeme kararıyla yapıldığını, karar gerektirmeyen acil hal var ise onun ne olduğunu öğrenebiliriz. Ama değil. polisin yaptığı bir iş ama polisiye gereklilik, kanuni gereklilik ile ilgili değil.

Günlük hayatın ortasında, otobüsten inerken, vapura binerken, köşeyi dönerken, kahvede otururken, lokantada yemek yerken, sahilde yürürken, koşa koşa işe giderken, yorgun argın işten dönerken, her an, her yerde (en az) iki polis tepemize dikilip kimlik sorabiliyor.

Hayatın olağan akışında olağan olmayan bir kesinti bu. Ama olağanlaşmış sayıyoruz artık. Kanıksamışız. El yüz yıkama gibi normal bir iş sanki. Polis de o yüzden avukata “Dayanak yok ki” diyor. Dayanak, yani hukuk yok. İnisiyatif var. Normalde bu işlemlerin tamamı ya yargı izniyle ya da (acil durum var diye kabul edelim hadi) yargı denetimiyle olmalı. Normal? Eskidendi o. Yeni normal, hukuksuz inisiyatif.

(…)

Avukat, tekrar “Şüpheli miyim” diye sorduğunda, polis normalleşmiş anormali rahat rahat söylüyor:
“Ben umuma açık yerlerde bayram üzeri herkesi…”

Yolda, belde, lokantada durdurup kimlik sorabilirim. Avukatın yurttaş olarak talep ettiği dayanağa gelelim şimdi:

İki “durdurma” (ve kimlik sorma) var. Biri, bir suç işleneceği kuşkusuyla durdurma (ve kimlik sorma) işlemi yapılıyorsa bunun adı hukuk literatüründe “önleme tedbiri”, yok suç işlendikten sonraki bir durdurma var ise, “koruma tedbiri” deniliyor. Birincisi idari, ikincisi adli polisiye işlem.

NE OLDU KANUNDAKİ MAKUL SEBEBE?

Peki polis, canı her çektiğinde, öyle uygun gördüğünde, durduğu yerde bunu yapabilir mi? Yapamaz tabii ki, şartları var. En önemli yasal dayanak, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nın 4/A maddesi. Orada diyor ki:

“Polis, kişileri ve araçları;
a) Bir suç veya kabahatin işlenmesini önlemek,
b) Suç işlendikten sonra kaçan faillerin yakalanmasını sağlamak, işlenen suç veya kabahatlerin faillerinin kimliklerini tespit etmek,
c) Hakkında yakalama emri ya da zorla getirme kararı verilmiş olan kişileri tespit etmek,
ç) Kişilerin hayatı, vücut bütünlüğü veya malvarlığı bakımından ya da topluma yönelik mevcut veya muhtemel bir tehlikeyi önlemek,
amacıyla durdurabilir.”

Durdurma yetkisinin kullanılabilmesi için polisin tecrübesine ve içinde bulunulan durumdan edindiği izlenime dayanan makul bir sebebin bulunması gerekir. Süreklilik arz edecek, fiilî durum ve keyfilik oluşturacak şekilde durdurma işlemi yapılamaz. Polis, durdurduğu kişiye durdurma sebebini bildirir ve durdurma sebebine ilişkin sorular sorabilir; kimliğini veya bulundurulması gerekli diğer belgelerin ibraz edilmesini isteyebilir.”

Kanun böyle diyor. Peki biz neye şahit olduk? Başımıza gelen ne? Sebep-sonuç, yetki-görev, gerekçe-işlem/karar bağı tamamen kopmuş. Muhakeme ters çevrilmiş. Bu ne? “Devlet” olan polisin, dayanaktan tamamen kopmuş, rutinleşmiş, kanıksanmış, normal hale gelmiş anormal tutumunu.

Bu tutum bir temel bağın daha devletin (yani polisin, aynı şey ya) gözünde kopmuş olduğunu gösteriyor: Yurttaşlık bağı. Hatay Baro Başkanı Ekrem Dönmez, bir yurttaş olarak bu bağa dört elle sarıldı, polisler onu sekiz on elle alıp götürdü. Karısı ve çocuğuyla yemek yediği sofradan.

Anti-hukuk sadece bir ailenin akşam yemeğini zehir etmek için sahne almadı, yurttaşlığımızın onun kahvaltısı olduğunu bir kere daha gösterdi.

(Gazete Duvar. 30 Temmuz 2020)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu