Makaleler

Arap İsyanları İktisadi Gerilik Ve Emperyalizme Bağımlılığın Ürünüdür!

Arap isyanları hakkında çok şey yazıldı. İsyanlar birçok yönüyle irdelendi. İsyanları bulutsuz gökyüzünde çakan şimşeğe benzetenler de oldu. Çoktandır bekledikleri söyleyenler de. Emperyalistlerin bir grup olarak değerlendirenler olduğu gibi isyanların iç dinamikler tarafından tetiklendiğini sananlar da oldu. Bu yaklaşımlardan ikincilerinin gerçeğe daha uygun olduğunu düşünüyoruz.

İsyanların yayıldığı coğrafya, senelerdir giderek derinleşen sınıfsal çelişkilerin etkisi altında patlamaya hazır bir volkanlar coğrafyası haline gelmişti. Neoliberal politikalar bölgedeki ulus ve halkların daha fazla yoksullaşmasına ve sömürülmesine yol açtı. Moda söylemle neoliberalizm, bir tarafta yoksulluğun bir tarafta muazzam zenginliğin kutuplaştığı bir toplumsal yapı üretti. Bu ülkelerin yapısal çelişkilerini derinleştirmekten ve daha görünür kılmaktan öteye geçmedi. Elbette hakim sınıfların toplumsal tabanını daraltırken, devrimden başka kurtuluş yolu bulamayan halka isyanı tek seçenek olarak bırakmasını eklemeliyiz.

Gerçek halk devrimleri ile sonuçlanmamaları, isyanların en temel karakteristik özelliği olan kendiliğinden niteliğinden, doğru önderliklerden (komünist) yoksul olmalarından kaynaklanmıştır. Ama halklar hızlı öğrenirler. Kendi pratiklerinden ise daha da hızlı öğrenirler. Bu isyanları halkların kendi çıkarları ile uyumlu gerçek önderlikler yaratma yönünde ileriye doğru attıkları önemli adımlar olarak da tanımlayabiliriz. Ama bizim bu yazıda yinelediğimiz asıl nokta, bu isyanların doğru bir önderlikle buluşamamış olmasının objektif nedenlerinden birini oluşturan, bölge ülkelerinin iktisadi geriliği ve emperyalizme bağımlılık koşullarıdır. Halkların bu yönde, kendiliğinden attığı adımlar tarihsel bir perspektiften incelendiğinde aslında, onların zorunlu oldukları devrime yöneldiklerini görürüz. Başaramamış olmaları ayrı bir meseledir ama başarmaya çalıştıkları onlarca yıldır önlerinde duran devrimin eşiğidir. Emperyalizm ve işbirlikçilerinin, diktatörlerin halkların kurtuluş güzergahları üzerinde açmış oldukları hendekler geçmişten bugüne sürekli derinleşmektedir. Hendeklerin ötesine yönelmekte olan halkların isyanlarına bu açıdan bakmak “bilinçli ve gerçek bir önderlik” için zorunludur.

İlk Birikim Sürecinin Sömürgecilik Tarafından Kesintiye Uğratılması

18. yüzyılın sonu 19. yüzyılın başından itibaren Avrupalı sömürgecilerin bölgeye ilgisi yoğunlaşmıştır. Biçimsel olarak Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı görünen bölge ülkeleri bu tarihlerden itibaren Avrupa’da hızla gelişen kapitalizmin çekimi altına girmişlerdir. Avrupalıların Mısır’ı ilhaka dönük ilk girişimleri 1798’de Napolyon önderliğinde başlamıştır. Üç yıl süren bu ilk işgal serüveni, Fransızlar adına başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Osmanlı, İngiliz ve Memlük güçleri Fransızları Mısır’ı terke zorlamıştır. Bu tarihten itibaren Mısır üzerinde İngiliz hegemonyası adım adım gelişmiştir. Osmanlı biçimsel hükümranlığını korumuş fakat İngiliz hegemonyası hızla gelişmiştir. Yerel hakim klik olan Memlükler ise zamanla tamamen tasfiye edilmiştir.

1805’ten itibaren Mısır’da iktidar Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın eline geçmiştir. Bu ailenin Mısır üzerindeki hâkimiyeti 1952 yılındaki Hür Subaylar darbesine kadar sürmüştür. Kavalalı hanedanlığı Mısır’ın modern tarihinde kilit bir öneme sahiptir. Bölgede daha az önemli olmakla birlikte Lübnan’daki II. Bezir gibi, ülkelerin tarihinde önemli yerlere sahip başka hanedan aileleri de mevcuttur.

Bölge ülkelerinin Avrupalılar ile yakın temaslarının ilk süreci, Avrupa’da kapitalizmin hızlı geliştiği, meta pazarı ve ham madde kaynağı olarak sömürgeciliğe hız verdiği fakat nüfus alanlarını henüz bir çırpıda oluşturabilecek kadar güçlü olmadıkları kısa aralığa denk gelmiştir. Aynı süreçte bölgede feodal bir düzen hüküm sürüyordu. Mısır gibi bazı ülkelerde feodalizm çözülme emareleri gösterirken bazı bölgelerde aşiret düzenleri mevuttu. Bölgeyi bütünlüklü ele aldığımızda hakim üretim tarzını feodalizm olarak tanımlayabiliriz.

17. yüzyıldan itibaren bölge ülkeleri ile Avrupa arasında yürütülen ticarette dengeler Avrupa lehine değişmeye başlamıştı. Ticaret dengelerinin değişmesinde kapitülasyonlar önemli bir rol oynamıştır. Manifaktür ve sonrasında fabrika ürünleri karşısında lonca ve tarımsal ürünlerin eşitsiz değişimine yol açmıştır.

Kapitülasyon sistemi 20. yüzyıla kadar devam etti. Örneğin Mısır’da 1937’de kaldırıldı. Kapitülasyonlar, Avrupalı güçlerin Arap ülkelerini sömürge esaretlerine almalarının aracı olarak kullanıldı. Bu sayede, ulusal sermaye birikimi olasılığı yavaş yavaş yok edildi. Yerel tüccarlar oldukça eşitsiz rekabet koşulları ile yüz yüze bırakıldılar. Avrupalı tüccarlar ürünün yüzde üçünden ibaret bir gümrük öderlerken yerel tüccarlar için bu oran yüzde 7 ile 10 arasındaydı. Yabancı mallar ithal edilirken yalnızca bir kereye mahsus vergilendiriliyorlardı. Yerli tüccarlar ise çeşitli gümrüklerden ve bir feodal mevkiden diğerine her geçişte vergiye tabiydiler. Bunun bir sonucu olarak ticaret adım yerel tüccarlardan yabancılara geçmiştir.

Endüstri alanında da Osmanlı İmparatorluğu, mamul ve sonrasında da makine üretiminin asli hale geldiği Avrupa’nın gerisinde kalmıştır. Osmanlı coğrafyasında hala lonca sistemi hakimdi. Her atölyenin başında bir şeyh-pir bulunur. Sonra usta ve çıraklar yer alırdı. Her işkolunun kendine has gelenek ve görenekleri bulunuyordu. En büyük zanaat endüstri merkezleri olarak Suriye’de Şam ve Halep, Irak’ta Bağdat ve Musul, Mısır’da Kahire, Kuzey Afrika’da Tunus, Cezayir, Fas ve Marakeş sayılabilir. Arap zanaatları kumaş, kilim, silah, bakır ve eşya yapımında ünlüydüler. 18. yüzyıla kadar ürettikleri birçok mamul Avrupa’ya ihraç ediliyordu. Fakat Sanayi Devrimi ile beraber yerel mallar kendi pazarlarının dahi dışında kalmıştır.

Arap ülkelerinde, tarım ve zanaat arasında hala baskın bir ayrım olmamıştı. Örneğin Mısır’da iplik doğrudan köylü hane halkı tarafından üretiliyordu. Benzer şartlar Lübnan’da da hakimdi. Suriye’de Halep’te sadece yünlü kumaşlar değil, pamuklu kumaşlar da köylerde imal edilmekteydi. Şam sebze ve meyve bahçeleriyle kaplıydı.

Arap kentlerinin sosyal yapısı nüfuslarının büyük bir çoğunluğunun üretken olmadığına işaret etmektedir. 18. yüzyılın sonlarında Kahire’nin nüfusu zanaatçı ve 15.000’i işçiydi, geri kalan 60.000’i ise üretken bir işle meşgul değildi. Yalnızca hizmetçiler 30.000 kadardı. Tüm zanaatçıların da üretken emeğe dahil oldukları söylenemezdi. Hamamcılar, berberler, hokkabazlar, sokak şarkıcıları, ve meddahlar, katır ve deve güdücüleri, dansözler ve davulcular da Kahire loncalarına dahildiler. Osmanlı feodal sistemi Arap kentlerinin gelişimini engelliyordu. Çünkü yerli tüccarların kapitülasyon sistemi tarafından konan Avrupalı tüccarlarla rekabet etme şansları yoktu. Üstelik Avrupalı tüccarların da aşmak zorunda oldukları engeller vardı. Denizlerde korsan saldırılar, her kentte değişen gümrük oranları ve ölçü birimleri ulaşım ağlarının kötülüğü vb. feodal soygunculuğun tepesindeki tüm her şey ticarette ilerlemeyi geciktiriyor ve kapitalist ilişkilerin gelişimini kötürümleştiriyordu. “Artık değer, Satrapların ve paşaların doymak bilmez idarelerine karşı hiçbir güvenceye sahip değildir. Burjuva girişimci için ilk ve en temel şart can ve mal güvenliğine duyduğu ihtiyaçtır.” (Marx- Engels çalışmalar, 22. Kitap 2. Rusça Basım, s. 33) ( Lutsky 2011:21.22)

Marx’ın “sarığı gerçek bir kafayla ikame eden tek adam” (Lutsky: 59) olarak tanımladığı M. Ali Paşa, Mısır’da iktidarı ele geçirdikten sonra hızla reformlara girişmiştir. Bu yönüyle M. Ali dönemi ikiye ayırabiliriz. Suriye Filistin fethinin başarısızlığa uğradığı ve İngilizlere yenildiği sürece kadar olan dönemi ilk sermaye birikimini güçlendirecek reformların da yer aldığı bir dönem olarak tanımlayabiliriz. 1840 sonrası dönemi ise Mısır’ın hızla İngiltere’nin yörüngesine girdiği dönem olarak tanımlayabiliriz. 1952’ye kadar süren Kavalalı Hanedanlığını ise ana hatlarıyla iki ana döneme ayırabiliriz. M. Ali ve İbrahim Paşaların görece bağımsız bir gelişim rotasını önceleyen yaklaşımların ağır bastığı dönem ve Abbas Paşa’dan itibaren yarı-sömürgeleşme ve sömürgeleşmeye giden dönem.

M. Ali Paşa’nın Marx’ın haklı övgüsüne mazhar olmasının nedenleri arasında modern bir devlet aygıtı kurma yönlü kararlı adımlar atmasını ve kapitalizm gelişiminin özündeki feodal engellere dönük sınırlı da olsa müdahaleleri sıralayabiliriz. Ancak M. Ali Paşa bir ulus devlet kurmaktan ziyade Osmanlı’nın yerini alacak yeni bir imparatorluk kurmaya odaklandığı için sınırlı reform girişimleri de zamanla başarısızlığa uğradı.

Adet olduğu üzere önce ordunun ıslahına girişti. O tarihe kadar Mısır halkına yabancı olan Memlüklerin işi olan askerliği Memlükleri yendikten sonra Mısırlılara verdi. Orduyu modern teknikler temelinde yeniden yapılandırdı. Başlangıçta yabancı uzmanlar denetiminde, sonra açtığı subay okulları ile ordunun ihtiyaç duyduğu nitelikli insan gücünü Mısır halkı arasından toplamaya başladı. Bir donanma kurdu. Ve bu modern makinenin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük sanayi kuruluşları inşa etti.

Ordunun yeniden örgütlenmesi birçok atölye ve fabrikanın kurulmasını gerektirdi. Dökmeci dükkanları, demirciler, metal atölyeleri, yelken fabrikaları ve diğer bağlı teşebbüsler İskenderiye Tersanesi’nde kuruldu. Kahire ve Reşid’de yeni fabrikalar türedi. Bütün bu işletmeler devlete ya da hanedan ailesinin üyelerine aitti. Benzer bir gelişim tarımda da yaşandı. Tarımdaki ilerleme yeni bir pamuk türünün kullanıma sokulması ve sulama projelerinin inşası için kapsamlı bir programın uygulamaya sokulmasıyla daha ileri taşındı. Eski sulama kanalları onarımdan geçirildi, yenileri inşa edildi. 1821’de 2 milyon feddan* işlenen arazi 1883’te 3.1 milyona yükselmişti.

Ekonomi büyük ölçüde devlet denetimindeydi. Bu denetim ülke ekonomisinin tanziminin özgün bir türü olan bir tekeller sisteminden etkilenmişti. Tekel sistemi 1826’dan 1820’ye uzanan zaman diliminde şekillendi. Köylü ve zanaatkar aileleri memurların gözetimine tabi tutulmuştu. Devlet, ürettikleri malları satın alma ve satma ayrıcalığına sahipti. Her yıl köylülere kaç feddanlık arazi işleyecekleri ve hangi ürünleri ekecekleri bildiriliyordu. Zorunlu teslimat miktarı ve alış fiyatları belirleniyordu. Zirai ürünlerin yanısıra, devlet ayrıca ipek, elbise, bez örtüsü, sabun, soda, şeker ve diğer ürünlerin de üretim ve satın alma tekelini elinde bulunduruyordu. Tarım ve zanaat tekelleri, devleti mısır ürünlerinin iç pazardaki tedarikçisi ve tek ihracatçısı haline getiren ticaret tekelleriyle tamamlanmıştı. Şehirlerdeki perakendeciler, ise devlet tekelindeki ürünlerin satışını üstlenen kamu acentelerine dönüştü. (Lutskiy: 55-56)

M. Ali’nin reformları da feodal devlet tarafından sömürülen halk için bir külfet olsa da ilerici bir niteliğe sahipti. 1. Petro gibi üretimin feodal yapısına son vermeyen M. Ali, yalnızca Ortaçağ’ın en gerici kalıntılarını tasfiye etti. Aynı zamanda bir toprak sahipleri ve tüccarlar devleti kurdu; güçlü bir ordu, donanma ve devlet aygıtı yarattı ve Mısır’ı güçlü ve canlı bir devlet haline getiren bir dizi reforma imza attı. (Lutskiy: 59)

Bu reformlar Ortaçağ’ın en gerici yanlarını tasfiye etmenin yanı sora hızlı bir ilk birikim rejimi yaratmayı başarmıştı. Fakat, bu hızlı birikim gerçek bir kapitalist üretim tarzı sıçramasına tarihsel koşullar ve hakim sınıfların-yönetici elitlerin hataları izin vermemiştir. Mısır işçi, köylü ve zanaatçıları çok yoğun bir sömürü ve siyasi baskının cenderesinde bu ilk birikim rejiminin kurbanları olmuşlardır.

Mısırlı işçilerin yaşam koşulları Avrupalı kardeşlerinden çok daha kötüydü. Fabrika organizasyonu Rus feodal manifaktürlerini, hatta Arakçeyev* zamanındaki askeri düzeni andırıyordu. Fabrika işçileri müfreze, bölük ve taburlar halinde örgütlenmişti. Subaylara itaat etmek ve askeri talim zorunluydu. Barakalarda yaşıyor, kıt bir ücret aldıkları fabrikalarda zorla istihdam ediliyordu.

 Köylülerin durumu işçilerden daha iyi değildi. Fellahlar (Mısır köylüsü) nefret ettikleri Memlüklerden ve mültezimlerden kurtulmazlar, ana işler onlar için daha iyiye gitmemişti. Memlükler durumunda olduğu gibi toprağa bağımlı durumdaydılar. Yılın 60 günü M. Ali ve yöneticilerin topraklarında angaryayla yükümlüydüler. Eskiden mültezimlere ödedikleri vergiyi şimdi devletin tahsildarı daha yüksek oranda topluyordu. Memlüklerin hükümranlığında askerlikten muaftılar.  Şimdi ise fiziksel cezanın yoğun olduğu acımasız bir sisteme sahip feodal bir orduda uzun süreli askerlik yapmakla yükümlüydüler. Ürünleri üzerinde diledikleri gibi tasarruf hakları yoktu. Mamülün çoğunu devletin alıcılarına düşük fiyattan satmak zorundaydılar. (Lutskiy: 56-67)

İşçi ve köylülerin içinde tutuldukları bu koşullar, Mısır’ın neden ilk birikim sürecinde kapitalizme sıçramadığını da özetler niteliktedir. Mısır’da bulunmayan tarihsel koşulların başında üretim araçlarından koparılmış özgür işçilerin bulunmaması geliyordu. İşçiler fabrikalarda zorla istihdam ediliyorlardı. Köylüler ise toprağa bağlılıklarını sürdürüyorlar ve feodal ayrıcalıkların kazandığı koşullar altında tutuluyorlardı. Yanısıra, ilk birikimin kapitalizme sıçramasının önündeki engellerin kaldırılması, İngiltere ve Fransa gibi dönemin büyük kapitalist ülkelerin Mısır ile kurdukları eşitsiz değişim ve Mısır üzerindeki nüfus mücadelesi tarafından engellenmiştir. Sıklıkla rastlandığı gibi bu yoğun sömürü koşullarından sağlanan birikim lüks tüketim ve ölü yatırımlarla çarçur edilmiştir.

Mısır’ın düzeni bir yandan köylü ve zanaatçıların açlıktan öldüğü, diğer yandan tekel sisteminin büyük kâr elde etmeye devam ederek devletin büyük bir ordu kurmasının ve tekel ürünlerini stoklama ve vergi toplama hakkını satın alan tüccarların zenginleşmesinin önünü açmıştır.

Bu boyunduruğa katlanama hale gelen bir çok fellah ve zanaatkar isyan etti veya Suriye’ye kaçtı. 1822’de Kahire’de 1823’te Minufiya’da 1824’te Güney Mısır’da ve 18262da Bilbeis bölgesinde isyanlar patladı. Mısır hükümeti kaçan köylülerin geri verilmesini talep etti ve kitlesel ayaklanmaları acımasızca bastırdı. (Lutskiy: 57)

M. Ali’nin kurmak istediği feodal imparatorluk düşü İngiliz engeline takıldı. Filistin ve Suriye’yi işgal girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Bu başarısızlık dönemi İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı üzerindeki hegemonyasını derinleştirmeye giriştikleri, pazar ve hammadde kaynaklarını garanti altına alabilmek için sömürgeci siyasetlerine hız verdikleri bir döneme denk geldi. Osmanlı ile imzalanan 1938 tarihli Balta Limanı Ticaret Anlaşması ve 1839’da yayımlanan Tanzimat Fermanı ile Osmanlı’nın yarı-sömürgeleştirilmesinde yeni bir eşik aşıldı. Bu anlaşma hükümlerinin Osmanlı coğrafyasında uygulamaya sokulması ile birlikte eşitsiz bir değişim “basit” bir rekabet sorunu olmaktan çıkmış, Osmanlı coğrafyasında Ortadoğu ve Mısır’da henüz çok cılız bir gelişim noktasında bulunan kapitalist üretim ilişkilerini tahrip edici bir nitelik kazanmıştır.

Ticaret anlaşmalarının hükümleri 1942 yılında Mısır’a uygulandı. Bu uygulamalarda ilk olarak tekel sistemi kaldırılmıştı. Böylece sanayinin olası en küçük bağımsız gelişim dinamiği de daha rüşeym halindeyken boğuldu. Tekellerin kaldırılmasından sonra İngiliz tüccar ve sanayicileri, Mısır pamuğunu doğrudan üreticiden ya da komprador temsilcileri aracılığıyla serbestçe satın alma imkanına kavuştular. Mısır’a ihraç ettikleri ürünler için ise neredeyse hiç gümrük ödemiyorlardı. 1845’ten itibaren Mısır dış ticaretinde İngiliz nüfuzu baskındı. Mısır ithalatının çeyreğini (£  1.000.000’da 240.000) ve ihracatın önemli bir bölümü (1.747.000’de 626.000) üstlenmişti. Mısır büyük bir doğu gücü olmaktansa, zayıf Babıali’nin bir vassalı haline gelmişti. Kendi sorunlarıyla başa çıkmakta güçlük yaşayan Türkler pek tabi ki etkili kontrol sağlamaktan oldukça uzaktılar. Gerçekte Mısır, İngiltere ve Fransa’nın ortak koruması altındaydı ve ancak bu iki süper gücün arasındaki çekişmeler onun rahat bir nefes almasını mümkün kılıyordu. (Lutskiy:143)

1848 yılında M. Ali’nin Paşa’nın büyük oğlu İbrahim Paşa’nın ölümünden sonra başa geçen Kavalalı hanedanlık yönetimlerini işbirlikçi yönetimler olarak tanımlayabiliriz. Bu yapının ortaya çıkmasında hanedanın sonraki üyelerinin kişilik özelliklerinden çok M. Ali Paşa’nın reformlarının sınırlı özellikleri ve uluslararası koşulların aleyhte gelişimi etkili olmuştur. İngiliz birliklerinin ülke dışına (1807) atılması sonrasında M. Ali Paşa kendisini mültezim şirketlerine karşı ve Memlüklerde soğuk duş etkisi yapan toprak reformuna adamıştı.  Bu reformun bir amacı da ülkenin eski egemenleri olan Memlüklerin toplumsal dayanaklarını zayıflatmaktı. 1808’te vergi ödemekten kaçınan mültezimlerin topraklarına el koydu. 1809’da onları faizin yarısından mahrum etti. 1812’de Memlüklerin tüm arazilerini aldı. 1814 yılında ise iltizam sitemini tamamen tasfiye etti. Bundan böyle fellahlar vergilerini mültezimlere değil devlete ödeyeceklerdi. Fellahların mültezimlere kişisel bağımlılığı kaldırıldı. Mültezimlerin ellerinde kalanlar ise usia* toprağıydı. Tahsis edilmiş topraklar (atar) artık devlet mülküydü. M. Ali’nin emriyle mültezimlere tazminat hazineden yıllık kira şeklinde faiz ödenecekti. Ama güçlerinin iktisadi temeli dinamitlenmişti.

Bununla birlikte M. Ali Paşa üretimdeki feodal yapıyı tasfiye etmedi. İltizamın ve kamu arazisi harici paylaşımın 1813’ten itibaren çözülmesi, şüphesiz fellahların koşullarını iyileştirdi. Artık tek tek feodal beyler yerine bir bütün olarak feodal devlet için çalışıyor olsalar da fellahlar üzerindeki sömürü devam ediyordu.

Üstelik devletin kontrolüne geçen topraklar çok geçmeden yeniden özel şahıslarda toplandı. 30’larda (ilk devir 1 Aralık 1829’da başlar) M. Ali Paşa geniş arazileri akrabalarına ve maliyetine dağıttı. Kısa sürede, yüz binlerce çiftliği üzerinde çalışan köylülerle birlikte bahşetmişti. Bu toprakların sahipleri öşür vergisi ödemek zorundaydı. Böylece, eskinin feodal soylular sınıfını mülklerinden ve gücünden mahrum bırakan M. Ali, bunların yerine yeni hanedanının dayanak noktası haline gelecek yeni yeni bir feodal soylular sınıfı yaratmıştı. (Lutskiy: 52-53)

Abbas Paşa’dan sonra iktidara gelen Said ve İsmail Paşalar dönemin ihtiyaçlarına ayak uydurmuşlardır. Yaptıkları reformlar esasta yarı-sömürge bir ekonomi inşasının köşe taşlarını oluşturmuştur. Said Paşa zamanında Mısır’da kölelik ve köle ticaretini kaldırdı. Köle ithalatı yasaklandı. Ülkedeki bütün köleler azad edildi. 1854 yılında toprak (atar) ya da haraç sahibi köylülerin topraklarını serbest alış-satış, ipotek etme ve miras bırakma hakkını tanıyan bir arazi yasası çıkardı. Öşrü toprak sahipleriyle aynı hakları kazandılar. Angarya ve fellahları sosyal eşitsizliğe sürükleyen diğer yükümlülükler resmi olarak kaldırıldı. Tüm topraklar birer metaya dönüştüler. Bu taşrada kapitalist ilişkilerin koşullarını yarattı. Tüccarların ve zengin köylülerin toprak satın almasını mümkün kıldı. Kayda değer miktarda arazi tefecilerin ve yabancı kapitalistlerin eline geçti.

Toprak reformu vergi alanında yapılan bir reform izledi. Aynı vergilerin yerini nakdi vergiler aldı. Bütün köylerin karşılıklı garantiye dayanan kolektif vergilendirilmesi her köylü hanesinin bireysel vergilendirilmesi ile ikame dildi. Tekel sisteminin son kalıntıları da Said tarafından kaldırılmış, dahili gümrükleri tasfiye etmiş ve ticaret için tam bir özgürlük sağlanmıştı. Artık her köylü hangi ekini uygun görürse onu ekebilecek, hasadını serbestçe satabilecek ve devlet kontrolü olmadan taşımasını yapabilecekti. (Lutskiy:152-153) Bu reformlar ile kapitalist gelişimin önü açılmakla birlikte bir açılma kapitalist gelişimle sonuçlanmadı. Çünkü reformların işlevi dönemin hegamonik kapitalist ülkelerin dış pazarlarına Mısır’ı serbest ticaret ilkeleri temelinde dahil etme ile sınırlıydı.

1873 senesinde Hindu İsmail Paşa, padişahı Mısır’ın finansal otonomisi için bir ferman yayınlamaya teşvik etti. Bu sayede Mısır, Babıâli’nin rızasına ihtiyaç duymadan kredilerini sonuçlandırma hakkı kazandı. Fermanın ikili bir yapısı vardı. Bir taraftan Mısır’ın Babıâli’ye olan bağımlılığını azaltıyordu. Öte yandan ise yabancı bankaların krediler vasıtasıyla ülkeyi köleleştirmesini kolaylaştırıyor, yabancı kapitalistlere olan bağımlılığı artırıyordu. (Lutskiy:154)

Benzer gelişmeler Osmanlı’nın hüküm sürdüğü diğer ülkelerde ve Çin gibi uzak Asya ülkelerinde de yaşanmıştı. Osmanlı’nın Balta Limanı Ticareti ile gönüllü kabul ettiği şartlar Çin’e Afyon savaşları ile zorla kabul ettirilmiştir. Mısır’da çıkarılan arazi kanuna benzer bir başka kanun aynı tarihte Osmanlı tarafından da çıkarılmıştır. Bu gelişmelerde gösteriyor ki, yapılan reformlar yönetici elitlere dönemin hegamonik sömürgeci güçleri tarafından dikte ettirilen ve tamamen metropoldeki kapitalist gelişmelerin ihtiyaçları doğrultusunda yarı-sömürge ülkelerin iç pazar ve ticaretinin düzenlenmesinden ibarettir. Reformlar iç dinamikleri köstekleyen üretim ilişkilerinin kökten değiştirmeyi asla hedeflememiştir.

Said ve İsmail devrinde Mısır ekonomisindeki bir diğer çelişkide, Mısır’ın kapitalist gelişim yoluna, Ortaçağ’dan kalma birçok güçlü kalıntıyı devrimci araçlarla tasfiye etmeden girmiş olmasıydı. Tarımda kapitalist ilişkilerin ana dayanak noktası, ekonomideki yeni yöntemleri eski usullerle birleştiren toprak beyleriydi. Mülklerine makineler getirip (buharla çalışan soban ilk kez Avrupa’da değil Mısır’da kullanılmıştı) pamuk ve şeker kamışı gibi ihraç ürünlerinin ekim alanlarını genişlettiler. Geniş ölçekli ticari işlemler yürütüp, mülkleri üzerinde fabrikalar kurdular. Aynı zamanda fellaha Ortaçağ’a ait gasp yöntemlerini uyguladılar. Angarya ve benzeri şeyler için baskıda bulundular. Pazar zarflarını beceriyle kullanan bunun gibi ilk yarı-feodal toprak sahibi, finansal manipülatör, tüccar, fabrika sahibi ve aynı zamanda feodal bey İsmail Paşa’nın bizzat kendisiydi. Türk-Arnavut, Çerkes soylularından diğer toprak sahipleri ise onun talipçileriydi.

Feodal kalıntıların egemenliği taşrada, tarım ve endüstrinin özgün gelişimini aksatıyordu. Yoksulluktan bitap düşmüş Mısır kırsalı, yarı feodal toprak beyleri tarafından olduğu kadar kötü pazar ve endüstri tarafından da sömürülüyordu. (Ltskiy:151-152)

Benzer bir durum böyle ülkelerinin birçoğu için geçerlidir. Lübnan’da 2. Bekir de M. Ali Paşa’nın yoluna benzer bir yol izledi. Bir bütün bu girişimler böylede İngiliz-Fransız hegemonyasının artışı ile kesintiye uğramış ve zamanla yetersiz olan reformlardan dahi geriye dönüşler yaşanmıştır. Ancak 1940’ta M. Ali’nin İngilizlere yenilmesi bölgedeki dengeleri köklü bir biçimde değiştirmiştir. Bu yenilgi Arap ülkelerinin tarihinde yabancı sermayenin hızla yer edindiği yeni bir dönemin başlangıcına işaret ediyordu. Bu dönem, Arap ülkelerinin kolonyal ve ekonomik esaretinin başlangıcı olarak da düşünülebilir. Tekelci sermayenin oluştuğu ve hakim hale geldiği bir sonraki tarihsel aşama ise sürecin tepe noktasına, yani Arap ülkelerinin birer koloniye dönüşmesine tanıklık etti. (Lutskiy:114)

1840-1850 arasında Osmanlı İmparatorluğu’na ithal edilen yalnızca Britanya mallarında 54 kat artış olmuştu. Dış ticaretin gelişimini ticaret yapan zehirlerin yükselişine ve komprador burjuvazinin güçlenmesine neden olmuştu. İletişim araçlarının gelişimi de süreçten payına düşeni alacaktı. Süveyş Kanalı, İskenderiye Limanı, Beyrut ve Şam arasında yol yapılarak birbirine bağlanması bu dönemin büyük projelerindendir.

Yabancı sermayenin baskısı altında Arap ülkelerindeki tarım bir meta karakterine bürünmeye başladı. Mısır’da bu pamuk ve şeker kamışı, Suriye ve Filistin’de pamuk, tahıl ve yün, Lübnan’da ise ipektir. Fakat meta üretiminin artması kapitalist ilişki biçiminin kurulmasına neden olmamıştı. Köylüler dünya pazarına bağımlı hale gelmişti ve fakat aynı zamanda feodal beye bağımlılığını sürdürüyordu. Arap ülkeleri, dünya kapitalist pazarına Avrupa endüstrisi için tarımsal ürün ve hammadde tedarik ederek dahil olmuştu. İktisadi ilişkiler, bizzat bu ülkelerin endüstriyel sermaye tarafından sömürülmesinin bir işareti olarak eşitsiz mübadele üzerine kurulmuştu.

1856’da yabancı sermaye esas olarak Mısır ve Türkiye’ye verilen krediler biçiminde ve iletişimin araçlarının inşası şeklinde sermaye ihraç ederek Arap ülkelerini köleleştirmeye koyuldu. (Lutskiy: 114-115)

Bu yoğun sömürü ve sömürgeleştirme siyasetine karşı çok geçmeden bağımsızlık yönlü tepkiler doğmuştur. Cezayir’de Abdülkadir, Mısır’da Albay Ahmet Arabî ulusal bağımsızlık yönlü harekete geçen ilk figürler olarak tanımlanabilir. Fransa 1840’lardan itibaren Cezayir’i işgal ederek sömürgeleştirme siyaseti gütmüştür. Bu işgal sürecine verilen tepkiler içerisinde ulusal niteliği ağır basan hareket Abdulkadir’in başını çektiği hareket olarak tanımlanabilir. Abdulkadir başarısızlığa uğramış ve Osmanlı’ya sığınmak zorunda kalmıştır.

Mısır ordusunun gözde subaylarından Ahmet Arabî ise işbirlikçi Kavalalı hanedanlığına karşı gelişen hareketin başına geçmiştir. Yaklaşık iki yıl sürecek kısa bir dönem için Mısır’da ki yabancı egemenliği ve işbirlikçi Kavalalı hanedanlığına fiili olarak son vermeyi başarmıştır. Arabî “İsyanı”nın bastırılmasını fırsat bilen İngilizler, Mısır’da tekrar böyle nahoş durumlarla karşılaşmamak için çareyi Mısır’ı işgal etmekte bulmuşlardır. Mısır’ın sömürgeleştirilmesi ile birlikte bağımsız gelişim olasılığının son kırıntıları da boğulmuştur.

Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi (1882)

Fransa, Cezayir’i 1840’ta sömürgeleştirmeye başladı. Bölgenin sömürgeleştirilmesinde ki ilk doğrudan adım atılmış oldu. İngiltere’nin, Mısır’ı sömürgeleştirmesinden bir yıl önce Tunus’u da sömürgeleştirmişti. Mısır’da İngiliz sanayi ve ticaret için gerekli olan ne varsa hepsi, İngiliz ekonomisinin alt dalları haline gelmişti. Özellikle tarım yeniden düzenlendi.

Pamuğun büyük bir kısmı, fellahlar tarafından işlenen küçük arazilerde ekiliyordu. Fakat toprağın önemsiz bir kısmı onlara aitti. 1914 yılında örneğin bütün arazilerin yüzde 44’üne tekabül eden 2.387.000 feddan arazi 12.500 toprak beyine aitken, yalnızca 1.954.000 feddan yani yüzde 35.8 arazi 1.491.000 köylünün payına düşüyordu. (Yaklaşık on feddan toprak.) Köylülerin topraklarını parselleme işleri aniden ivme kazandı. Yirmi yıl içinde (1894-1913) beş fedandan az toprağa sahip köylü sayısı üçe katlanmıştı. Mısır pamuk plantasyonlarının büyük çoğunluğu doğrudan ya da dolaylı olarak yabancı sermaye tarafından kontrol ediliyordu. 1910’ da yabancılar özel mülkiyette bulunan tüm arazilerin yüzde 13’üne denk gelen 700.000 feddan araziye sahipti. Oysa yabancıların kontrolü altında olan yerler yalnızca kendi mülkleri değildi. Dolaylı olarak, ipotekler aracılığıyla arazilerin yüzde 27’si mortgage bankaları ve şirketler tarafından rehin tutuluyordu. (Lutskiy 220-221)

Başlıca barajlar ve ana sulama kanalları Mısır halkına fatura edilerek inşa edilmişti fakat İngiliz müfettişler tarafından kontrol ediliyordu. Saçaklanmış perifer kanalları ve arazilere su tedarik eden dar su yolları, ana kanallardan gelen suyu dağıtıyordu. Periferik sulama ağı İngiliz özel sulama şirketleri tarafından yapılmıştı ve kullanımları karşılığında pamuk yetiştiricilerinden büyük meblağlar alınıyordu. Britanya kontrolünde olan yalnızca toprak ve su değildi, temel pamuk ipliği işleme ve temizleme sanayisi de öyleydi. (Lutskiy: 221)

Mısır adeta tek bir ürün ülkesine dönmüştü. Pamuk tarlaları 1879’da 495.000 feddandan 1913’te 1.723.000’ e çıkmıştı. Bu sürede ekilebilir topraklarda önemli bir gelişmeye rağmen pamuk üretimine ayrılan topraklar yüzde 11.5’ten 22.5’e çıkmıştı. 1910-14 arasında pamuk toplam üretimin yüzde 43’üne ulaştı. İngiliz yetkililer pamuk üretimini geliştirip diğer tüm tarımsal dalları boğmuştu. 1879-1913 arasında buğdayın oranı yüzde 20.6 iken 16.9’a, arpanınki ise 11.1’den 4.8’e düştü. 20. yüzyılın başlarında Mısır tahıl ve un ithal etmeye başlayacaktı. 1883 yılında Mısır’da tütün ekimi yasaklandı ve bu sayede bütün topraklar pamuk ekimine dönüştürüldü.  Mısırın tütün fabrikaları Türkiye ve Balkanlardan ithal edilen tütünlerle işletilecekti. (Lutskiy: 222)

İngiltere, Mısır sanayisinin gelişiminin önünü kesmişti. Pamuk temizleme ve bir ölçüde de madencilik endüstrileri yegâne istisnalardı. Pamuğun endüstriyel işlenmesi, liflerin tohumlardan ayrılması, güya ekonomi yararına hemen oracıkta gerçekleştiriliyordu fakat geriye kalan bütün evreler Britanya’da yapılıyordu. Dünyadaki en iyi pamuğu yetiştiren ve dünya üretiminde ikinci ya da üçüncü sırada bulunan Mısır, tek bir pamuk fabrikasına sahip değildi. Ürettiği pamuğun tamamını Britanya başta olmak üzere dışarıya ihraç ediyordu. İşin daha vahim yanı, pamuk diğer ülkelerde işlendikten sonra Mısır pazarına hazır ürün olarak giriyordu. Mısır tek başına Britanya sanayisinin ihtiyaç duyduğu ham pamuğun üçte birini karşılıyordu. (Lutskiy: 222)

Bu durum ana hatlarıyla Hür subaylar darbesi sürecine ve oradan günümüze kadar devam etmiştir. Hür Subaylar Darbesi ana yapayı değiştirmekten çok uygun uluslararası konjonktürden yararlanarak ekonominin sürdürülemez hale gelmiş en geri yönlerini reformlar yoluyla telafi etmeye çalışmıştır.

Değişen Uluslararası Dengeler ve Hür Subaylar Yönetimi

1922’de Britanya, asıl denetimi elinde almak koşulu ile Mısır’a bağımsızlığını verme kararı alırı ve böylece Mısır’da anayasal monarşi kurulmuştur. 1922-1952 arasında sömürge yönetimi altında yaşanan çok partili deneyim Britanya ile yakın işbirliği içindeki büyük toprak sahiplerinin siyasal yaşamda hâkimiyetini perçinledi. (Atacan, 2004,18-19) Hükümetteki Vefd partisi toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktı. 2. Emperyalizm Paylaşım Savaşı sürecinde izlediği politika kitle desteğini de zayıflattı. Filistin’de çatışmaların başlaması ile birlikte iyice daralmış bir avuç komprador ve toprak ağasından oluşan Vefd hükümeti ve işbirlikçi krala dönük halkın tepkisi her geçen gün artmaya başladı. Bu muhalefet duyguları Mısır ordusu içinde de karşılık bulmakta gecikmedi. Çoğu köylü, küçük memur ve esnaf çocuklarından oluşan genç subaylar bu duyguların ordu içerisine taşıyıcısı oldular. Başlarında Cemal Abdul Nasır’ın bulunduğu Hür Subaylar örgütlenmesini oluşturdular. Genç olmalarından ve toplumsal destek kazanmak istemelerinden kaynaklı General Muhammed Necip’i kendilerine lider olarak seçtiler. Kral’ın ordu içerisindeki cunta yapılanmasından haberdar olması ve tasfiyeye hazırlandığını öğrenmeleri üzerine 23 Temmuz 1952’de Hür Subaylar Darbesi yapıldı. Kral sürgüne gönderildi. Tüm kararlar Devrim Komuta Konseyi tarafından alınmaya başlandı. 1953’te anayasa yürürlükten kaldırıldı, parlamento kapatıldı, tüm siyasi partiler yasaklandı ve üç yıllık bir geçiş süreci örgütlendi. Şubat 1954’te Nasır ile General Necib arasındaki iktidar mücadelesi Necib’in istifasıyla sona erdi ve 1954 sonunda Nasır’a muhalif tüm gruplar tasfiye edilmiş, partiler kapatılmış ve Müslüman Kardeşler Örgütü Nasır’a düzenlenen başarısız bir suikast sonucu yasaklanmıştı. (Atacan: 19-20)

Nasır Mısır’da var olan sınıf farklılıklarının çeşitli gruplarca kullanılabileceğinden çekinerek korporatist bir görüş benimsedi. Bu görüşün ilk ayağı Arap Sosyalist Birliği’nin (ASB) toplumda çalışan kesimlerin birlikteliğinin temsilcisi olmasıydı ki bu kesimler işçiler, köylüler, entelektüeller, ulusal kapitalistler ve askerlerdi. İkinci olarak bu genel fonksiyonel kategoriler ikamet ve iş yeri temelinde örgütlenmeliydi. Nasır orduya karşı sivil güç olarak ASB’yi düşünüyordu. Arap Sosyalist Birliği’ne üyelik gönüllülük esasına dayanıyordu. Fakat yerel, bölgesel ve ya ulusal meclislere herhangi bir meslek kuruluşu ya da sendikanın yönetimine atanmak ya da seçilmek için üyelik zorunluydu. (Atacan: 21)

Nasır’ın bu yaklaşımını en çok halk muhalefetine önderlik edebilecek sol bir muhalefet hareketinin gelişimini vurmuştur. Muhalif oluşumlara izin verilmemesi ve özü devlet kapitalizmini geçmeyen darbe programının güçlü bir biçimde sosyalizm olarak propaganda edilmesi sömürge yönetimine ve Kavalalı hanedanlığına halkın duyduğu tepkinin absorbe edilmesine zemin sunulmuştur. 2011’de patlayan isyanda halk muhalefetinin komünist önderlikten yoksun olmasının önemli nedenlerinden biri de Nasır’ın sol muhalefeti bastırma ve yedeklemede gösterdiği başarı olmuştur.

Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesini izleyen süreçte Mısır sanayi ve ticaretinde yabancı hâkimiyeti sona erdi. 1961’de çıkarılan “Sosyalist Kararname” ile bankalar, sigorta şirketleri, “stratejik”” endüstriler, orta ve ağır sanayi, inşaat şirketleri, ithalat firmaları, oteller, sinemalar, tiyatrolar ve gazeteler millileştirildi. (Atacan: 21) Böylelikle ekonomide devletin rolü arttı. Ancak ekonominin niteliği köklü bir değişime uğramadı. Mısır’ı iki ayağı üzerine kalkmış, hızla gelişen kapitalist bir ülke konumuna taşımadı.

Tarım alanında da 1952,1961 ve 1969 yıllarında toprak reformu gerçekleştirildi ve Mısır’a hakim olan büyük toprak sahipliğine darbe vuruldu. 1950’lerin başında kırsal alanda yaşayan nüfusun % 44’ünün toprağı yok iken büyük toprak sahibi 1200 aile Mısır’da ekilebilir toprakların % 50’sine sahipti ki bunlar toplam Mısır nüfusunun % 1’inden azını oluşturuyordu. Büyük toprak sahibi yaklaşık 2000 aileye ait % 14-5’i topraksız ve küçük toprak sahibi köylülere dağıtıldı. Ayrıca toprak kiralanması konusunda yapılan düzenlemelerle hem spekülasyon yapılmasına hem de kiracıların toprak sahipleri tarafından zorla atılmalarına son verildi. Bu uygulama ile bir milyon civarındaki fiilen mülkiyetine sahip olmasa da, işlediği toprağın sahibi oldu. (Atacan: 21-22)

Nasır yönetimi kitlesel tabanını güçlendirebilmek için kentli eğitimli sınıfların yaşam koşullarını iyileştirmeye dönük düzenlemeler de yaptı. Uygun uluslar arası konjonktür reformların yapılabilmesine olanak sındı. Kavalalı hanedanlığı döneminde adım adım oluşan yarı-sömürge ve sömürge yönetimi altında yoğun bir baskı ve sömürü düzeni içinde tutulan halkın bu sisteme daha fazla tahammülü kalmamıştı. Halk koşulların değişmesini istiyordu. Mısır hakim sınıfları iktidarı bir halk devrimine ya da siyasi yönetimi görünüşte kendilerinden olmayan memurlarına bırakma ikilemiyle karşı karşıya kalmıştı. Hiç tereddüde düşmeden ikinci seçeneği tercih ettiler. Nasır yönetimi dönemin uygun uluslar arası koşullarından yararlanarak yaptığı reformlar ile halkın tepkilerini önemli oranda törpülemiş ve Mısır hakim sınıflarına soluklanmaları için fırsat tanımıştır.

Nasır yönetimi tek örnek değildi. Aynı süreçte birçok yarı sömürge ülkede benzer nitelikte yönetimler iş başına gelmişti. Dönemin sosyalist kamuoyunda bu yönetimlerin sınıfsal nitelikleri ciddi tartışma konusu olmuştu. Bu yönetimleri milli burjuva hükümeti olarak tanımlayanlar ile o ülkedeki hakim sınıfların temsilcileri olarak tanımlayanlar arasında ciddi tartışmalar yürütülmüştü. Bu iki farlı yaklaşım revizyonist çizgi ile komünist çizgi arasındaki farktan doğuyordu. Komünist önder İbrahim Kaypakkaya da şafak revizyonistleri ile Kemalizm’in sınıfsal niteliği üzerine tartışırken bu konuya değinmiştir.

Tartışma (…) ‘milli burjuvazinin iktidarda olduğu Arap ülkeleri’ ifadesinden doğdu. Bu ülkelerden kasıt Suriye, Libya, Sudan, Mısır vb… idi. Biz bu ülkelerde iktidardaki sınıfın milli burjuvazi olmadığını komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları olduğunu savunduk. Bu sınıfların çeşitli emperyalist bloklar arasında nispeten tarafsız bir tavır takınmasının; bu ülkeler üzerindeki çeşitli emperyalist ülkelerin nüfus ve etkilerinin bir denge tutturmuş olmasından ileri geldiğini savunduk.

Özellikle ABD emperyalizminin ve Sovyet Sosyal emperyalizminin bu ülkeler üzerindeki nüfuz ve etkilerinin denge tutturmuş olması, bu ülkelerde iktidarı elinde tutan komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının kesin olarak bir tarafa yaslanmasına engel olmaktadır. Bu sınıflar her ikisiyle de işbirliğine devam etmeyi, biriyle olan işbirliğini diğeri aleyhine bir koz gibi kullanarak, sömürüdeki payını arttırmayı, sınıf menfaatlerine daha yakın bulmaktadır.

Emperyalist nüfuz dengesi bozulduğu zaman, emperyalist ülkelerden bir diğeri aleyhine etkisini arttırdığı zaman, iktidardaki sınıfların nispeten ‘tarafsız’ tarafları da elbette sona erecektir. Ayrıca söz konusu ülkelerde komprador burjuvazi ve toprak ağalarının içinde kesin olarak ABD emperyalizmine bağlanmayı veya Sovyet sosyal emperyalizmine bağlanmayı savunan kesimlerde mevcuttur.” (İK, 2013: 521-522)

Yaşanan gelişmeler İbrahim yoldaşı doğrulamıştır. Nasır’ın ölümünden (1920) sonra yönetimi devralan yardımcı Enver Sedat’ın ilk işi halka verilen tavizleri aşamalı olarak geri almak ve ABD emperyalizmine bağlanmak için vakit kaybetmeden harekete geçmek oldu. Sedat’ın politikaları halefi Mübarek tarafından derinleştirilerek devam ettirilmiştir. Sedat, Nasır’ın politikalarıyla neredeyse taban tabana zıt politikaları devreye soktu. Nasır’ın devlet kapitalizmine, millileştirme ve sekülerizmine karşı liberalleşme ve İslamcılığı ön plana çıkardı. Tercihini ABD’ye bağlanmaktan yana yapan Sedat, ABD’nin değiştirdiği makasa uygun olarak Mısır ekonomisini düzenlemeye başladı. İnfitah (açık kapı) politikaları bir yönelimin güçlü bir dışa vurumuydu.

 Bu dönemdeki ekonomik liberalleşme 1974 yılında çıkarılan 43 sayılı kanunla ve 1977’de çıkarılan 32 sayılı kanunla somutlaştırılmıştı. Bu kanunla Mısır ekonomisinin yabancı yatırımlara açılmasını öngörmektedir. Yatırımların millileştirilmeye karşı korunması, yeni yatırımların vergiden muaf olması, özel şirketlerin kamu kuruluşlarının ve çalışanlarının tabi oldukları kanun ve düzenlemelere tabi olmamaları yeni düzenlemeler arasında sayılabilir. (Ester Bitan Ruben, 2004: 314)

Sedat Nasır’ın yaptığı toprak reformlarını da revize etti. Bu revizyon Mübarek döneminde de sürdü. Ta ki reformlardan geriye hiçbir şey kalmayana dek. Nasır’ın toprak reformları ileri adım olmakla birlikte yetersizdi. “1972’de kırsal nüfusun % 45’i hala topraksızdı.” (Demirtaş, 2014: 76) Sedat toprakları müsadere edilmiş toprak sahiplerinin topraklarını geri alma talebi içeren başvurusunu destekleyerek mahkemenin onlar lehine karar vermesine izin vermiştir. Ayrıca seçimlerde köylü kategorisinin yeniden tanımlanmasını ve burada da Nasır döneminde belirlenen 25 feddan değil 50 feddan toprağı olanların bu kategoriye dahil edilmesini sağlamıştır. Kısaca, Nasır döneminde yapılan toprak reformunun getirdiği çerçeveyi değiştiren düzenlemelere gidilmiştir. (Atacan: 26) 1992 yılında, küçük köylüyü kazmaya yönelik kanunlar kaldırıldı. Artık toprak sahipleri piyasa koşullarında istedikleri fiyat üzerinden kiraları belirleyebileceklerdi. Bu değişikliklerden sonra kiralar ortalama arazi vergisinin 32 katına kadar yükseldi. Oysa bu oran daha önce 7 misli kadardı. 1992 yılında çıkarılan bir kanunla kırk yılı aşan bir süredir yürürlükte olan toprak reformu düzenlemeleri tümden kaldırıldı. Toprak üzerinde süresiz kiralama ve miras bırakma hakkına sahip çiftçiler bir anda haklarını kaybettiler. (Demirtaş: 72)

Mübarek, Sedat’ın çizgisini devam ettirdi. 1990’dan sonra ekonomik reformlar hız kazandı. 1991 yılından sonra IMF ile yeni bir anlaşma imzalandı. Aynı yıl Dünya Bankası ile yapısal uygun programı üzerinde anlaşmaya varıldı. Bu iki anlaşma “ERSAP” olarak bilinen reform programının temelini oluşturdu. ERSAP Mısır’ın tam anlamıyla özel sektör ağırlıklı bir piyasa ekonomisine geçmesini amaçlamaktaydı. Temelde üç grup politika üzerine kuruluydu. İstikrar, yapısal uyum ve sosyal politikalar. Bunların bileşenleri de a) makro ekonomik reformlar b) kamu sektörü reformları c) yurt içi fiyatların liberalizasyonu d) dış ticaret liberalizasyonu e) özel sektör reformu f)kalkınma sosyal fon – olarak düzenlenmiştir. (Ruben: 316)

Bu program hesapta Mısır’ın kötü giden ekonomisini düzlüğe çıkaracaktı. Çünkü Sedat ve Mübarek politikaları 90’lı yıllara gelindiğinde Mısır halkını ekmeğe muhtaç hale getirmişti. Endeksine göre 1981-1991 yılları arasında yoksulluk önemli ölçüde artmıştı. Kırsal alanda en düşük yoksulluk sınırının altında ki nüfusun toplam nüfusa oranı 1981 yılında % 16-1 iken 1991’de % 28.6’ya yükselmiştir. Kentsel alanda ise bu oran% 18.9’dan % 20.3’e yükselmiştir. Yoksulluk sınırı bir üst seviyeye çıkarıldığında ise aynı sorunların kırsal alan için % 26.9’dan % 39.2’ye çıktığını, kentsel alan için ise % 33.5’ten % 39.2’ye yükseldiği gözlenmektedir. Gelir dağılımı dengesizliğinin bir ölçüsü olan Gini katsayısı ise, aynı dönemlerde kırsal alanda 0.27’den 0.35’e çıkarılan kentsel alanda da 0.32’den 0.34’e yükselmiştir. Dünya Bankası tarafından hazırlanan kalkınma raporunda Mısır ilk defa orta yerli ülkeler grubundan çıkarılıp düşük gelirli ülkeler grubunda sınıflandırılmıştır. (Ruben: 316)

ERSAP bu tabloyu derinleştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Hemen hemen tüm sanayi dallarında reel gelirler düşmeye devam etti. 1989 yılında sayısı 1490 olarak belirlenen şirket iflasları, 1992’de 1621’e 1995’te de 3010’e ulaştı. İşsizlik 1990’daki % 8.6 arasından 1995’te % 11.3’e yükseldi. Yoksulluk sınırının altında olanların toplam oranları kırsal alanda % 50.2’ye kentsel alanda ise % 45’e ulaştı. (Ruben: 317)

İntifah politikaları bütün bölge ülkelerinde benzer içerikte yapısal uyum programları biçiminde uygulanmıştır. Tek istisnai Suriye’dir. “Suriye’nin infitah hareketindeki önemli bir nokta kamu kuruluşlarının özelleştirilmesinin söz konusu olmaması(dır). Fakat yeni kurulacak sanayiler için özel sektör teşvik ediliyor. Başka bir deyişle özelleştirme için değil, özel sektörün gelişimini için çaba harcanıyor.” (Ruben: 326)

İnfitahtan, İnfilaka Giden Yol

İnfitah politikalarının sonuçları da benzer olmuştur. Ülkelerin özgünlüklerine göre fraklılıklar yaşanmakla birlikte bu farklılaşma kendini ancak halkın yoksullaşma derecesi ve hızında gösterebilmiştir. Yoksullaşma ise ortak payda olmayı sürdürmüştür. Siyasal rejimlerin faşist-baskıcı- despotik karakterinde ise bir değişim yaşanmamıştır. Bütün bu olumsuz gelişmeler ve süre gelen yapısal sorunlar, sınıfsal çelişkileri şiddetlenmiştir. Bu da böyle halklarının tepkilerini dışa vurmalarına neden oldu. İlk tepki 1977’deki ekmek ayaklanması oldu. 80’li yıllar içinde benzer ayaklanmalar yaşandı. “Bunların en önemlisi 1983 Fas, 1954 Tunus,1985 Sudan, 1987 Lübnan, 1988 Cezayir ve 1989 Ürdün ekmek isyanlarıydı.  (Y. Doğan, Çetinkaya, 2014: 59)

Bu isyanları 2011 Arap isyanlarından ayıran en temel özellik, ekmek isyanlarının 60’li yılların uygun konjonktüründe elde edilmiş kazanımları korumaya ya da yeni kayıpların önüne geçmeye dönük olmalarıydı. 2014 Arap isyanları ise yoksunluğa duyulan öfkenin umutsuzluk beslenmesi ve siyasi iktidarlara da yönelmesidir. Ekmek isyanları ise 2011 Arap isyanlarının ortak özellikleri ise kendiliğinden hareketler olmaları ve doğru bir önderlikten yoksun bulunmalarıdır. Sadece yoksun Arap tarihi dahi Arap toplumlarının uyuşuk toplumlar olduğu, anacak dışarıdan müdahale ile harekete geçebilecekleri yönlü batı merkezli, oryantalist yaklaşımları yerle bir etmeye yeterlidir. Bu geçmişte sömürgeciliğin, günümüzde emperyalizmin bir toplumlara her türlü mücadelesini haklı çıkarmaya dönük, ideolojik bir oynamasıdır.

17 Aralık 2011’da Buazizi bedenini ateşe verdiğinde ve Tahrir’i işgal eden halk 25 Ocak 2011’de Mübarek’i 30 yıllık iktidarının terk etmeye zorlandığında genel görünüm böyledir. Soğuk savaşın iki emperyalizm-kamp arasında denge siyaseti uygulamaya zemin sunan koşulları çoktan değiştirmişti. Bu dönemde yükselen halk muhalefetine verilen tavizler neo-liberal bir ruhla devreye sokulan infitah politikaları ile birer birer geri aldı. Halkın yaşam şartların 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başındaki seviyeye indi. Bu sadece geçim sıkıntısı değil, siyasal örgütlülük eksikliğini de katlanılmaz kılan önemli bir noktadır.

İsyanlar başladığında böyle hâkim sınıflarının ilk refleksler her zaman olduğu gibi şiddet kullanarak bastırma yönlü gelişti. Emperyalistler ise uşaklarına sahip çıktılar. Tunus’ta Zeynel bin Abidin’in, Mısır’da Mübarek’in ve kamu düzeninin yanına olduklarını açıkladılar. Bu ülkelerde genel bir görünüm arz eden demokrasi yoksunluğu ve tek adam yönetimleri kültürel yapıya ya da dini tercihlere (İslam) bağlamak büyük bir yanılgıdır.

Bu toplumların genel meselesi feodalizmimden kapitalizme geçmemiş olmalarıdır. Yarı-sömürge, yarı-feodal toplumsal formasyonları batıda görülen tarzda klasik bir burjuva demokrasisi kurmalarının önündeki en büyük engeldir. Hakim sınıfları oluşturan komprador burjuvazi bir toprak ağasının sermaye birikimi ve toplumsal dayanakları bakımından çok zayıftırlar. Kapitalist gelişimleri oluşum halindeyken sömürgecilik ve akabinde emperyalizm tarafından boğulmuştur. Feodalizm bir bütün olarak tasfiye edilmemiştir. Kapitalist dünya pazarı ile birleşmelerine engel çıkan yönlerin tasfiyesi ile yetinilmiştir.

Alt yapıda feodal kalıntıları önemli bir ağırlık oluşturmaktadır. Dış borçlanma ve sanayinin esasında emperyalizm tekelci sermeyenin uzantısı olarak işleyen tüketim sektörüne dönük olması ve de makine üreten sanayinin ya hiç olmaması ya da sözünü etmeyen değmeyecek derecede önemsiz boyutlarda olması, bu ülkelerin yapısal sorunudur. Halkın yoksulcuğunun ve demokrasinin gelişmesinin kaynağıdır.

Feodal, yarı- feodal sömürü biçimleriyle iç içe geçmiş artı değer sömürüsü muazzam boyutlardadır. İşçi ve köylülerin katmerli sömürüsünün kaynağıdır. Bu yoğun sömürü düzeninden elde edilen artı-değerlerin büyük çoğunluğu emperyalist tekellere ve mali sermayeye akmaktadır. Bu ülkelerde, burjuva olarak görülen ya da “ iş adamı”  olarak tanımlanan ne kadar patron varsa, esasta ülkelerinin emperyalistler tarafından yağmalanmasından küçük komisyonlar olan acenteler durumundadır. Bu patroncuların onlarca fabrikasının olması ya da İsviçre bankalarında milyonlarca dolarının bulunması bu gerçekliği değiştirmemektedir. Sömürüden oldukları düşük paya rağmen zenginliklerinin bu derecede olması gerçek sömürüsünün boyutlarına ve halkın yoksunluğunun kaynağına işaret eder. İsyanların fitilinin ateşlendiği yıl olan 2010’de “Mısır GSMH’si 188-40 milyon dolardı”. (Gelvin 2014: 193)

Mısır nüfusunun 80 milyonu aştığını ve bu nüfus içerinde, “on beş-yirmi beş yaş aralığındaki nüfusun yüzde otuz, Tunus’ta yüzde yirmi beş ve Cezayir’de milyon dolarlık nüfusun üçte ikisini” (Gelvin 78) oluşturduğunu dikkate aldığımızda sadece 188.40 milyar dolarlık ulusal servettin yetersizliğini ve eşitsiz dağıtımını akılda tutmamız dahi böylede sınıfsal çelişkilerin geldiği boyutu anlamımıza yetecektir. Bu nedenle dahi tahammülleri yoktu. En masum isteklerde başlayacak küçük bir hareket dahi kısa bir rejim krizine dönüşme potansiyeli barındırmaktadır. Nitekim öyle de olmuştur. Tunus ve Mısır’da otuz yıllık diktatörler yıkılmıştır. Fakat bu diktatörleri iktidar taşıyan toplumsal dayanaklar ve hâkim sınıf örgütlülükleri; başta devlet, ayakta kalmayı başarmıştır.

Libya, Suriye, Bahreyn ve Yemen’de ise süreç farklı işlemiştir. Libya’da harekete geçirilen muhalif aşiretlerin gücü Kaddafi’yi düşürmekte yetersiz kalınca NATO devreye sokulmuştur. Libya’da tarafsız kalma “hata”sına düşen Rusya, Suriye’de, İran’ı da yanına alarak Esad’ın arkasında durmuştur. Suriye’de süreç dördüncü yılını dolduran iç savaşa evrilmiştir. Halkın çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu ve sunni bir hanedanlık tarafından yönetilen Bahreyn’de ise halk muhalefeti Suudi ordusu ve Arp Birliği gücü askeri birlikleri tarafından kanla bastırıldı. Öyle ki direnişlerin işgal ettikleri İnci Meydanı yerle bir edilmiş, Bahreyn’in geleneksel figürün ve direnişin simgesi haline gelmiş inci heykeli dahi yıkılmıştır. Yemen’de ise rejim, içine düştüğü krizi atlatabilmiş değil. Fakat muhalefet tam bir hâkimiyet kurmadı.

Emperyalistler Tunus ve Mısır’da halk ayağa kalktığında önce uşaklarını korumayı denediler. İsyanın boyutlarını kavradıklarında ise “bastırmıyorsan yönlendir” politikasını güttüler. Halkların birikmiş öfkesini bölgedeki emperyalistler arası dengeleri değiştirmek için bir kaldıraç olarak kullanmayı hedeflediler. Libya ve Suriye’de ABD önderliğindeki hegamonik emperyalist kamp, Rusya-Çin merkezli kampı geriletmek için harekete geçtiler. Bahreyn’de ise Rusya-Çin merkezli kampa dâhil olan İran’ın hamlesine karşı harekete geçtiler. Arap birliğini de yedekleyerek ABD kampının mevzileri korundu. Yemen’de yaşananlar da bu perspektiften değerlendirilmelidir. Böylede Şii- Sünni aksı arasındaki rekabet olarak kodlanan çatışmalı süreci bu iki kampın dengeleri lehine değiştirme çabası olarak okumak gerekir. Rusya-Çin bloku Şii aksını desteklerken ABD-AB-Japonya Sünni aksını desteklemektedir.

Tunus ve Mısır ABD ve AB hegemonyası altında yer alan yarı- sömürgeler olduğu için iş uşak diktatörlerin kazanmadığı aşamaya geldiğinde kitle baskısından kurtulmak ve içine düştükleri krizi yönetebilmek adına farklı manevralar yapılmıştır. Tunus’ta önce İslamcı Ennahda Partisi hükümete getirilmiştir. Mısır’da ise Mübarek sonrası iktidarı kısa bir süre elinde tutan ordu hükümeti Mursi’ye Müslüman Kardeşler’e devretmiştir. Böyle ülkelerinde devletten sonra en örgütlü güç olan İslamcılara halk isyanlarının tansiyonu düşürecekleri düşünülerek bu hükümetler kurulmuştu. İsyanların kendiliğinden niteliği emperyalistlere ve uzaklarına bu imkanı vermişti. Bölgedeki güç dengelerin yeniden kurulmasında yaşanan çatışmalı süreçte en ön cepheye sunulan radikal İslamcı (Selefiler) ideolojik etkilerinin artması ve zaman zaman emperyalistlerle karşı karşıya gelmeleri Sünni aksta halk ile ideolojik uyumlarının daha güçlü olacağı düşünülen İslamcıların, özelde Müslüman kardeşler çizgisinin başarısızlığına yol açmıştır. Bu başarısızlıkla çelişkilerin şiddet düzeyi belirleyici olmuştur. Bu başarısızlık Müslüman kardeşlere sunulan desteğin sonu getirmiştir. Tunus’ta eski rejim temsilcileri ile reformist solun ittifakı (seküler güçler) seçimleri kazarak Ennahda hükümetine son verilmiştir. Mısır’da ise Mursi yönetimi darbe ile sonlandırılmıştır.

Bu iki ülkede ılımlı İslam’ın düşüşü özellikle Mısır’da eski rejimi temsil eden devlet güçleri ile Müslüman kardeşler arasındaki güç paylaşım savaşı ve halk muhalefetinin yükselme trendini sürdürmesinden kaynaklamıştır. Halk muhalefetinin sürmesi ılımlı İslam’ın isyanı stabilize etme kapasitesinin yetersizliğini açığa çıkarmıştır. Muhalefeti dindirmeyen, üstüne geleneksel iktidar odağı ile güç çatışmasına giren Müslüman kardeşler rejim krizinin daha da derinleşmesine yol açmıştır.

Bir kez daha halk muhalefetinin öndeliksizliği rejimin imdadına yetişmiştir. Tahrir sürecinde Müslüman kardeşlerle ittifak kuran rejim güçleri bir soluklanma imkânı yakalamıştır. Hükümeti teslim ettikleri Müslüman kardeşler halkın öfkesini ve değişim talebini bastırmada başarısız olmuştur. Halkın öfkesini üzerine çekmiş krizi derinleşmiştir. Girdiği güç mücadelesi ve izlediği dar grup çıkarlarını önceleyen siyasetler kısa sürede hakim güç odakları nezdindeki kredisini tüketmiştir. Bunun üzerine ordu halk muhalefetine yanaşarak, bir noktaya kadar gücünü de kullanarak Müslüman kardeşler yönetimine son vermiştir. Mısır halkının devrimi üçüncü kez çalınmıştır.

Mısır ordusu bu haksızlıkta kilit bir rol oynamıştır. Aslında Mısır ordusunun serüvenini Kavalalı dönemine kadar götürülebilir. M. Ali Paşa Mısır ordusunu Araplaştırmaya girişmiş ve ona en azından görünürde ulusal bir ordu niteliği kazanmıştır. Reformlardan geri dönüş ve yarı- sömürgeleşmesi süreci ile birlikte ordu hem küçültülmüş hem de komuta kademesi Arap olmayan unsurlardan oluşturulmuştur. Ahmet Arabî dahi Arap kökenli olduğu için komuta kademesinde albaylıktan öteye geçememiştir. Ordunun mısır’ın siyasal ekonomik yaşamında önemli bir ağırlık merkezi haline gelmesi Nasır dönemi ile başlamıştır. Hür Subaylar darbesi lideri olarak Nasır orduyu ikinci planda tutamaya özen göstermiştir. Bunu yaparken onu birçok ayrıcalıkla donatmayı ihmal etmemiştir.

1960’lı yıllar kapitalist dünyada yarı-sömürge ülkelerin Mili Güvenlik Kurulları ile donatıldığı, orduların özerkliğinin arttırıldığı dönemlerdir. Bu süreci Mili Güvelik Devletleri Dönemi olarak tanımlayan kaynaklar vardır. Yine dönemin moda söylemi ile yarı-sömürge ülkelerin “kendi ordularını işgali altındaki ülkeler” olarak tanımladığı dönemlerdir. Nasır’ın kurduğu zeminde Türkiye’ye benzer bir yapı Sedat ve Mübarek dönemlerinde hızla kurulmuştur. Mısır ordusu da sadece askeri bir örgütlenme olmaktan daha fazlasıdır. OYAK benzeri, benzeri vergiden muaf yüzlerce şirkete kumanda etmektedir. Her yıl ABD’de 2 milyon dolar bağış almaktadır. Subayların özlük hakları çok geniştir.

Mısır ekonomisinin % 40’ına kumanda ettiğini söyleyenler de var, bu rakamın abartı olduğunu söyleyenler de. Hâkim sınıfların zor aygıtı olan devletin en önemli zor mekanizmasını oluşturan, en azından, üst yönetimi hâkim sınıfların bir parçasını teşkil ettiği, böylesi büyük bir askeri gücü elinde bulunduran bir güç odağının isyan halindeki halk muhalefetine karşı ilgisiz kalması beklenemezdi.

Halk tarafından çok yaygın paylaşılan bir önyargı olan ordunun tam da devletin sınıflar arası denge sonunu olduğu, sınıfların üzerinde ve tarafsız olduğu kabulünden de faydalanarak halkın dinmeyen öfkesini soğutmak için 25 Ocak’ta önce Mübarek’i sürülmüş tutuklamalar başlamıştı. Ordu yönetimi elinde tutmayacağını açıklamış “özgün seçimleri organize ederek hükümeti Mursi’ye teslim etmiştir.” Müslüman kardeşlerin ekonomik programı Mübarek dönemi neo-liberal düzenin derinleştirilerek sürdürülmesini hedefliyordu. Müslüman kardeşler politikasını yönlendiren en önemli iki isim, Hayrat el Şatır ve Hasan Malik, birçok şirkete sahip milyoner iş adamları Şatır ve Malik verdikleri mülakatlarda Müslüman kardeşlerin ekonomi politikasını serbest piyasa ve özel sektörün desteklenmesi, özeleştirme ve dışa açılması gibi neo-liberalizm kilit kavramlarıyla özetlediler. Malik Reuters’e verdiği bir mülakatta Mübarek dönemi ekonomi politikalarının doğru yolda olduğunu ancak ve kayırmacılıkla malül oldukları ifade ediyordu. (Demirtaş, 170)

Kasım 2011’de başlayan ve Şubat 2012’de son bulan seçimlerde Müslüman kardeşlerin desteklediği Demokratik Birlik Bloğu oyların % 37.5’ini alarak mecliste çoğunluk elde etti. Selefi partilerin oluşturduğu İslami bloğun % 27.8 oyu da hesaba katılırsa meclisin üçte ikisi İslamcıların kontrolüne geçti. (Demirtaş: 170-171)

Meclisin önünde duran en önemli görev yeni anayasanın yapılmasıydı. Meclisteki sandalye sayısına uygun olarak oluşturulan Anayasa komisyonunda İslamcılar çoğunluktaydı. Muhalefet partileri komisyonu boykot ettiler. Anayasa komisyonu çalışmalarına başlamadan yüksek idare mahkemesi tarafından kadınların ve azınlık grupların temsil edilmediği ve 2011 Anayasa kararnamesine aykırı oluşturulduğu gerekçesiyle fes edildi. (Demirtaş:171)

7 Haziran 2012’de ilkine nazaran çok daha çoğulcu bir anayasa konseyi oluşturdu. Ne var ki, bir hafta sonra 14 Haziran’da Anayasa mahkemesi seçimlerde usulsüzlük yapıldığı gerekçesi ile meclisi fesetti. 15 Haziran’da devlet Mursi devlet başkanı seçildi. İlk işi Savunma Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı, eski rejimin sembol isimlerinden Hüseyin Tantavi’yi azletmek oldu. Yerine Abdulfettah El Sisi’yi atadı. Mursi’nin bu adımları muhalefet tarafından da desteklendi. Ancak daha sonra Mursi muhalefeti tamamen karşısına aldı. 22 Kasım 2012’de yayımlanan kararnameye göre yeni anayasa kabul edilene ve parlamento oluşturuncaya kadar Mursi’nin aldığı kararlar hiçbir organ tarafından reddedilmeyecek ve değiştirilmeyecekti. Kararnamede başkanın ulusal bütünlüğü ve devrimin kazanımlarını atabilecek hususlar karşısında her türlü tedbiri alabileceği hükmü de yer alıyordu. Bir eskiye dönüş demekti. Mursi, Müslüman kardeşler tiranlığı kurmakla suçlandı. Liberal ve seküler muhalifler sokaklara döküldü. Mısır ekonomik ve Sosyal Haklar Merkezi verilerine göre 2012 yılında Mısır genelinde ekonomik ve toplumsal konularda 3.817 grev ve protesto gösterisi düzenlendi. Bunların 2.400 kadarı Muhammed Mursi’nin başa geçmesinin ardından yapıldı. Mısır 2013 yılının ilk çeyreğinde ise 2400’ün üzerinde protesto gösterine tanıklık etti.

Ülkede yaşanan bu hengame altında anayasa konseyi taslak metni alelacele uygulayarak 15 Aralık’ta referanduma sundu. Muhalefetin boykot ettiği referandumda katılım % 32 düzeyinde kaldı. Yeni anayasa % 63.8 kabul oyuyla yürürlüğe girdi. Hem Mursi’nin hem de muhalefetin uzlaşmaz tavrı darbeye giden yolda taşları döşedi. Müslüman Kardeşler’in bütün politikası eski rejimin bıraktığı boşluğu kendilerinin doldurması üzerineydi. (Demirtaş, 171-172)

Rejim krizinin derinleşerek sürmesi üzerine 3 Temmuz 2013’te Sisi yönetimindeki ordu yönetime el koydu. Bu sefer hapsi boylama ve yargılanma sırası Mursi ve Müslüman Kardeşler üyelerindeydi. Sisi, darbe sonrası Müslüman Kardeşler’i ezdi. Halk muhalefeti ile ise uzlaşır görünmeyi tercih etti.

İslamcı olmayan muhalefetler Mursi yönetimi altında yaşamlarında olumlu bir değişim olmadığını gördüler. Müslüman Kardeşler’in ekonomik programlarının bir alternatif sunmaktan uzak olması, yaşam tarzı dayatması ve kadınlara cinsiyetçi yaklaşım gibi “hatalar” nedeniyle Mursi yönetimi isyanın esas kitlesini oluşturan halkın desteğini yitirmişti. Sisi şahsında ordu bu zaafı çok iyi gördü. Ve darbeci Sisi yönetimi halka kendini kurtarıcı olarak göstermeyi başardı. 2014 seçimlerini kazanarak Mısır’da derinleşen krizi bir nebze de olsa hafifletebildi. Ancak bu yıl yapılan, altı kişinin hayatını kaybettiği 25 Ocak anmaları da göstermiştir ki, Mısır halkı Sisi’nin maskesini de indirmekte çok gecikmeyecektir.

İsyan etmek meşrudur!

Arap isyanlarına daha geniş bir perspektiften baktığımızda isyanların küresel çapta neo-liberal politikaların sonuçlarına dönük ortaya çıkan ve çelişkilerin şiddetlendiğinin dışavurumu olan Wall Street’i İşgal Et! ve Öfkeliler Hareketi gibi hareketlerin Arap coğrafyasındaki izdüşümleri olduğunu görebiliriz. Amerika’daki “İşgal Et” ile Portekiz’de, İspanya’daki “Öfkeliler Hareketi” benzer taleplere sahiptiler ve benzer toplumsal kesimlere dayanıyorlardı. Katılımcıları genelde hizmet sektöründe yoğunlaşan eğitimli, beyaz yakalı genç işçi ve işsizlerden oluşuyordu. Batıdaki adıyla “prekarya”nın katılımı yoğundu. Hatta katılımları o kadar güçlüydü ki, Portekiz’deki Öfkeliler Hareketi’nin sloganlarında “Prekarya varsa özgürlük yoktur!” biçimindeydi. Güvencesiz çalıştırılan bu kesimler ağır çalışma koşullarında, zamanlarına denk bir istihdam edinmemelerine ve sosyal haklarından mahrum bırakılmalarına isyan etmişlerdi. Prekarya bazı kaynaklar tarafından proleter olan ama henüz proleter olduğunun bilincine ulaşmamış, orta ve küçük burjuva refleksleriyle hareket eden proletarya olarak tanımlanmaktadır. Prekaryanın sosyo-ekonomik analizini ve tanımlamasını bir yana bırakacak olursak (ki, bu konu, üzerinde ciddiyetle durulmayı hak ediyor) bu hareketlere tıpkı Tunus ve Mısır’da olduğu gibi çalışan veya işsiz gençlerin yoğun katılımı söz konusudur. Yanı sıra internet-sosyal medya kullanılma yoğunluğu bakımından da Arap isyanları ile diğer küresel isyan hareketleri benzerlikler taşımaktadır. Ama benzerlikleri burada sona ermektedir.

Arap isyanlarının ayırt edici özelliklerine geçmeden önce internet kullanımı hakkında parantez açmamız gerekli görünmekte. Tahrir’i işgal eden gençler ve kadınlar arasında yer alan eğitimli gençlerin (6 Nisan Hareketi gibi) interneti etkin bir biçimde kullanmış olmaları neredeyse Mübarek’in devrilmesinin internetin gücüne yorulmasına neden oldu. İnternetin etkisi ideologlar tarafından bilinçli olarak tek yanlı ele alındı ve çarpıtıldı. İnternetin gücü sınıfın eylemi ve gücünün yerine ikame edilmeye çalışıldı. İnternetin önemi, içinde barındırdığı sosyo-küresel olanakları kesinlikle küçümsememekle birlikte, Arap isyanları ve küresel isyanlara (buna Gezi de dahil) etkisi iddia edildiğinden sınırlı olmuştur. Somut toplumsal çelişkilerin etkisiyle harekete geçen kitlelerin-oluşan isyanların büyümesine olumlu katkılar sunduğu bir gerçektir. Ama bu isyanları, internetin kullanılma düzeyi başlatmamıştır. Fısıltı gazetesinin çapının ve hızının gelişmesi elbette kitlesel reflekslerin hızlanmasını beraberinde getirmiştir. Bu da hareketlerin büyümesine olumlu bir katkı sunmuştur. Ama bu etkiyi başlı başına bu hareketlerin nedeni olarak değil sonucu olarak kazanmıştır.

Emperyalistlerin iletişim özgürlüğü adı altında internete erişimi sağlamadaki ısrarları iki nedenle açıklanabilir. Birincisi internet-sosyal medya ağının toplumsal olaylardaki rolü üzerine isyanlar muazzam bir deney/gözlem yapma fırsatı sunuyordu. İkincisi ise değişmeyen kadim neden olarak hareketleri yönlendirmede kullanmaktı. İnternetin fısıltı gazetesi rolü bu durumda açıkça ortaya çıkmaktadır. İsyan süreçlerinde sosyal medya asılsız haberlerin de en az gerçekler kadar hızlı yayıldığı bir ağ işlevi görmüştür.

Arap isyanlarını küresel isyan dalgasından ayıran temel fark; bu ülkelerin yarı-sömürge, yarı-feodal yapıları ve buna bağlı olarak hakim sınıfların zayıflığıydı. Bu nedenle talepler çok daha radikal, çatışma ise çok daha sert geçti. Yıkılmaz sanılan diktatörlükler yıkıldı. Ama isyanları açığa çıkaran toplumsal yapıda halkların lehine köklü değişimler yaşanmadı. Öfkeliler Hareketi vb.nin de talepler iş ve güvenceli çalışma gibi sistem içinde karşılanabilecek taleplerdi. Hakim sınıfların genel saldırı düzeyi ve politik özgürlüklerin genişliği bu hareketlerin saman alevi gibi parladıkları gibi sönmelerine yol açtı. Ancak sönmeleri, dünyadaki devrimci durum gelişmesinde bir eşiğin aşılmış olduğu gerçekliğini değiştirmedi.

Arap isyanları da iş, güvenceli çalışma ve politik özgürlüğün genişletilmesini de içeren daha iyi bir yaşam koşulları talepliydi. Fakat bu taleplere ulaşabilmek için Arap halklarının başlarına çöreklenmiş ortalama otuz yıldır iktidarda bulunan, kimisi politik hanedanlıklar haline gelmiş diktatörlükleri ve onların toplumsal dayanaklarını yıkmak gerektiğini biliyorlardı. Bu yüzden tepkileri doğrudan siyasal iktidara yöneldi. Toplumsal dayanakları sınırlı diktatörlükler ise bu demokratik taleplerin asgari oranda karşılanmasının en tepesinde bulundukları sistemin çöküşü anlamına geleceğini biliyorlardı. Tavırları da buna göre oldu.

Aslında Arap isyanları bize demokratik devrimlerini yapamamış ya da yarıda kalmış ülkelerin neo-liberal politikaların keskinleştirdiği çelişkiler ile bir kez daha demokratik devrimin başarılması mı yoksa yarı-sömürgeleşme ve sömürgeleşme sürecinin derinleştirilmesi mi tercihiyle karşı karşıya bulunduğumuzu hatırlattı. Arap isyanları, halkların tercihinin demokratik devrimlerin yapılması yönlü olduğunun görkemli bir ilanıydı. Aynı zamanda önderlikten yoksunlar, henüz bu devrimi sonuna kadar götürebilecek siyasi olgunlukta olmadıklarının itirafıydı. Bir kez daha tarihin öznesi kim sorusuyla karşı karşıya bulunmaktayız.

Engels 1848 devrimlerini çözümlerken ulusal birliğini kurmakta gecikmiş Alman burjuvazisinin ikircikli tavrını ve proletaryadan korkusundan aristokrasi ile uzlaşarak devrimi nasıl yarı yolda sattığını göstermiştir. Lenin, Rusya’da demokratik devrimin 1905 öncesi, 1905-1915 arasında ve 1915-1917 arasında geçirdiği üç evrimi ve niteliğinde yaşanan değişimleri açıklamıştı. 1917 Büyük Ekim Devrimi ile burjuvazinin ilerici barutunu tükettiğini ve demokratik devrimin de proletaryanın görevleri arasına girdiğini ilan etmişti. Mao Zedung ise bu Leninist önermeyi başarılı bir biçimde yarı-sömürge yarı-feodal ülkelere uyarlayarak Yeni Demokratik Devrim perspektifini oluşturmuştu. Arap isyanları, Yeni Demokratik Devrim’in güncelliğini bir kez daha güçlü bir biçimde hatırlattı.

Tahrir’in yıldönümünde yiğit Mısır halkı bir kez daha biçilen neo-liberal faşist gömleği giymeyeceğini ilan etmiştir. Bu irade beyanını doğru okumalı ve her ülkedeki komünistler bulundukları coğrafyalarda halkların yeni demokrasi yürüyüşlerine önderlik edebilmek için harekete geçmeye hazır olmalıdır.

1) Feddan­;1.038 akre, 4200 metre

2) Arakçeyev, Rus çarları 1. Paul ve 1. Alexander’ın acımasız gözdesi; gerici bir polis despotluğu ve mutlak bir askeri tahakküm dönemin önde gelen yöneticilerindendir.

3) Usia: Toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için tahsis edildiği halde sonradan toprak beylerinin mülkü olan topraklar.

Kaynakça

1- Ortadoğu’da Devlet ve İktidar-Erdem Demirtaş-1. Basım Nisan 2014-Metis

2- Ortadoğu: Direniş, Devrim, Emperyalizm-Der: Y. Bojan Çetinkaya-1. Baskı 2014; İstanbul-İletişim

3- Değişken Toplumlar Değişmeyen Siyaset: Ortadoğu-Haz: Fulya Atacan-1. Basım Nisan 2014-Bağlam

4- Arap Ülkelerinin Yakın Tarihi-Berisoviç Zutskiy-1. Basım Kasım 2011-Yordam Kitap

5- Bütün Eserler-İbrahim Kaypakkaya-Mayıs 2013-Umut Yayımcılık

6- Almanya’da Devrim ve Karşı Devrim-F. Engels-2. Basım Kasım 1992-Sol Yayınları

7- Uluslararası Komünist Hareketin Belgeleri 2-Burjuva Demokratik Devrimin Proleter Devrime Dönüşmesi-K. Popov, 1929-1. Basım Haziran 1991-Dönüşüm Yayınları

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu