MakalelerPusula

Aydınlanma ve Marksizm -2-

Aydınlanma denince akla ilk gelen Hobbes, Locke ve Jean Jacques Rousseau’nun özgürlük, birey ve bireyler arası duruştan hareketle ortaya attıkları toplum sözleşmesidir. “Sözleşme, Aydınlanmanın toplum ve özellikle devlet düşüncesindeki temel zihin kategorisidir.” (L. Goldmann, Aydınlanma Felsefesi, s:37) Toplumsal sözleşmenin gösterdiği gibi, Aydınlanmada “özgürlük, eşitlik, birey” gibi ahlaki öncüllerden hareketle bir toplum-devlet tasavvuru oluşturulmuştur.

Toplum sözleşmesinde amaçlanan eşitlikçi, özgürlükçü toplumu rasyonel bir temelde inşa edebilmek için de, bilimi, felsefeyi, evrensel ilkeleri çok iyi kavrayan ve pratiğe nasıl uygulayacağını bilen “insan özneler” gerekiyordu. Bu özne insanlar, “cehalet, hurafe ve hoşgörüsüzlükle” aydınlanmayla birlikte daha da çok mücadele edebilecek, ahlaklı olacak ve dünya ilerleyecektir. İnsanların bunu yapabilmesi, için başka bir akla (tanrıya) ihtiyaçları yoktu. Ortaçağın öznesi tanrı, akıllı insan ile yer değiştiriyordu.

Tanrı öznesi yerine insan öznesinin getirilmesi, Aydınlanmacıların iddia ettiği gibi “insanın evriminde” bir kopuş değildir. Aksine, toplum, tarih aynı “özne sorunsalı” ile anlaşılmaya çalışılmıştır. Özne temelli düşünce ise, ilkçağdan itibaren devam eden aynı düşünsel evrenin ürünüydü: tarihi ve toplumu belirli öznelerin amaçları, istemleri ve faaliyetleriyle açıklamak. Tarihin, tanrının isteği ve amaçlarına göre düzenlenmesi arasında kategorik olarak bir fark yoktur. Kaldı ki tanrıyı yaratan da “insan aklı”dır! Tanrı yerine insan öznesinin geliştirilmesi, dönemin koşullarına göre kilise ve aristokrasi karşısında politik bir başarıya yol açtıysa da, tarihin/toplumun idealistçe yorumu yerini korumuştur. Çünkü, tarih özneli ve erekselci bir yaklaşımla ele alınmaya başlandığı andan itibaren artık bilim içerisinde değil felsefenin içerisinde yer alınmaya başlanmış demektir. Bununda toplumsal sözleşmede görüldüğü gibi politik olarak varacağı yer, ahlaklı toplum anlayışıyla reformizmdir.

Aydınlanmacılar için tarih sürekli ileriye doğru akmakta ve toplum ilerlemektedir. Ne kadar çok insana ulaşır, insanların düşüncesi değiştirilirse, tanrıdan, hurafeden, dinden kurtarılır ise bu ileriye akış hızlanacaktır. Zaten aynı dönemlerde Amerika’dan Hindistan’a fethedilen yerlerdeki ölümler katliamlar… barbarlık yerine çağdaşlığı, uygarlığı getirmek için yaşanan zorunlu hadiselerdi. [Hatırlansın, yakın dönemde Irak işgalinde dahi ABD “uygarlığı, çağdaşlığı götürme” mitini kullanmıştı.] Muhteşem at arabası, hedefine doğru son hız giderken, önüne çıkma cüretini gösterenler elbette ezilmeliydi.

Tarih, öznesiz ve ereksiz bir süreçtir.

Aydınlanmanın, özneci, hümanist, erekselci yaklaşımı Marksizm’de 2. Enternasyonal’den Lukacs’a Batı Marksizm’ine güçlü bir damar olarak ortaya çıkmıştır. Tarihin, bir özne tarafından, bir erekle ileriye doğru çekildiği savunusu Marksizm’in bilim ayağından felsefeye-politikaya her alana yayılmıştır. Oysa Marks’ın en önemli kopuşu, tarih felsefesinden olmuş ve tarih bilimini kurmuştur. Bütün bilimler gibi tarih biliminin de bir “özne”si olamaz, “nesne”si olur. Tarihsel materyalizm, tarihi ve toplumları incelerken her bilimde olduğu gibi kendine ait kavramlar üretti: üretim tarzı, üretici güçler, üretim ilişkileri, artı değer, sınıflar, sınıf mücadelesi gibi. Tarih bilimi, tarihteki yasaları ortaya çıkarır. Her bilimde olduğu gibi tarih bilimi de belirli zorunlulukları ortaya çıkarır. Bunlar, insanın bilincinden, inancından, düşüncesinden yani insanı-aydınlanmayı veya ahlaklı oluşundan bağımsızdır! “İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”, Önsöz, S:23, 1993) Marks, tarih bilimi içerisinde “bilincin rolü” dolayısıyla öznenin varlığını apaçık bir şekilde defalarca kez reddetmiştir. Bu yaklaşımıyla, kendisinden önceki, Aydınlanmacıların, Hegel’in içinde bulunduğu tarih felsefesinden kopuş yapmıştır. Dolayısıyla, Marksizm’in bilim ayağına “özne” kavramını geri getirmek Marks’ı tekrar aştığı/koptuğu düzleme geri göndermek olacaktır. Bilimle değil, felsefeyle hareket edilmiş olacaktır.

Tarih, öznesiz ve ereksiz bir süreçtir. Dolayısıyla, tarihe bir “erek”  yüklemek ve bunu bir “özne”nin sorumluluğuna vermek; bilimsellikten çıkış demektir. Tarihin, bu özneli anlayışıyla hesaplaşabilmek insan iradesi ve bilincine, insana özne rolü biçen Aydınlanmacılıkla hesaplaşma ve tüm bağları koparmakla mümkündür. Tarihe bir özne vakfetmek ve bunu politika alana, tarihin bir bilim olarak zorunluluklarından hareketle olduğu gibi aktarmak; Marksizm de “işçici” akımların temel özelliği olmuştur. Bu damarın ne kadar güçlü olduğuysa hem dünya devrimleri tarihinden hem de Türkiye’deki örneklerinden bilinir.

“İnsan”, “akıl”, “özne” terimlerinin bu şekilde tahvil edilmesi, Marksizm’in bilim ayağını yok ettiği gibi politikada da elini kolunu bağlar. Bilimin zorunluluklarına rağmen, politika olgusaldır. Politika da “somut koşulların somut tahlili” ilkesi gereğince “an” veya “konjonktür”ün özellikleri ve politik öznesi ortaya çıkar. Politik öznenin, bilimsel zorunluluklar içerisinde belirleneceğini savunmak, tarihi özneli ve erekselci yorumlayıp buradaki “özne”yi politikaya göndermek, politik olarak ellerin kolların bağlanması, ortaya çıkan çelişkilerin değerlendirilememesi ve sonuç olarak devrimci politikanın üretilememesi anlamına gelir. Çünkü, o “politik yapı”, kendi “bilimsel teorisinde” ürettiği özneyi gerçek içerisinde arayıp durmakta, olmadı kendisi eğitimle, bilinçlenme ve aydınlanmayla bunu sağlamaya çalışmaktadır. Konjonktürün oluşturduğu çelişkileri ve dinamikleri yakalayamayan bu anlayışın politika dışı kalacağı açıktır.

Rusya’da Lenin, Çin’de Mao; bu anlayışlarla çatışarak devrimci politik Marksizm’i kurmuşlardır. Lenin, politika sanatının, zincirin en zayıf halkasını doğru tespit onu sıkıca tutma olduğunu belirtmişti. Pratikte böyle davranmasaydı, Rusya’da, Kautsky’nin Menşeviklerin aradığı şekilde bir “proleter özne” arasaydı, devrimi gerçekleştiremezdi. Mao, köylülük içerisinde örgütlenip, devrimin temel gücü olarak harekete geçiremeseydi, “proleter özne”nin ortaya çıkmasını, gelişmesini bekleseydi, açıktır ki Çin devrimini gerçekleştiremezdi. Başta Rusya ve Çin olmak üzere, bilim kıtasında “oluşturulmuş özne” ile hareket edilerek yapılabilmiş bir devrim yoktur.

 

Aydınlanmacılıkla hesaplaşma zorunludur

Özneci ve erekselci yaklaşımda, üretici güçlerin geliştirilmesi devrim için örgütlenilmesi söz konusudur. Aydınlanmacılıkla aynı kökten gelen bu tarihsel ilerlemeci yaklaşıma göre, kapitalizmin gelişmesi tarihin de ilerlemesi anlamına gelecekti. Bu yaklaşım, burjuvaziyle uzlaşmanın ana kapısıdır. Nitekim, TKP’nin Kürtlerin ayaklanmalarına karşı Türk devletinin yanında yer almış olması bunun sonucudur. Feodal, dinci, gerici sınıflar “tasfiye” edilmeli ki, proletaryanın önü açılsın. Bu anlayışın farklı versiyonları özellikle Kürt sorununda kendini göstermiştir. Devrime “özne” olarak proletarya arandığından, Kürt sorununun yarattığı çelişkiler devrimci tarzda ele alınamamıştır. Öyle ki gelinen nokta –Gezi İsyanı döneminde de sıkça görüldüğü gibi- “şu Kürt sorunu çözülsün de sınıf çelişkisi ortaya çıksın” olmuştur. Bu anlayışın, reformistliği görülememiş, devrimciliğinden şüphe dahi duyulmamıştır.

Yazımızın ilk bölümünde belirttiğimiz gibi “Aydınlanma ve Marksizm” başlığı altında yazılacakların kapsamı çok fazladır. Bu yazıda kısa bir şekilde özellikle özneci ve erekselci yaklaşımın, Marksizm’in bütün ayaklarına bilim/felsefe/politika ayrımı yapılmadan sokulmasının üzerinde durduk. Tekrarlarsak, tarih öznesiz ve ereksiz bir süreçtir. Politika, akıllı özne/sınıf üzerinden değil her konjonktürün (somut koşulun) içerisinde, ezilenlerin bir güç mücadelesi anlamına gelen iktidar savaşımını vermek demektir. Bu anlayışın hakim kılınmasında Aydınlanmacılıkla köklü bir hesaplaşmanın taşıdığı önem açıktır. (Bitti)

 

Aydınlanma ve Marksizm -1-

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu