Makaleler

PARLAMENTO SEÇİMLERİNE YÖNELİK PAROLAMIZ NEWROZ OLSUN! SAVAŞ, İSYAN VE DİRENİŞ BÜYÜSÜN!

Yeni bir genel seçim gelmiş çatmış ve sınıf mücadelesinde hesaplaşma alanı oluşturan bir platform ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu platformun devrim mücadelesi açısından en verimli tarzda değerlendirilebilmesinin ön koşulu, içinde bulunduğumuz şartların doğru biçimde analiz edilmesidir. Bu sayededir ki, seçim gündeminin çerçeve oluşturacağı atmosferden güçlenerek çıkma çalışmaları yürütülebilecek, izlenecek politik taktik sayesinde ileriye doğru adım atmanın olanakları yaratılabilecektir. Hemen her taktik politikanın belirlenmesinde eksenin/kıstasın mücadeleyi ileriye taşımak olduğu, egemen sınıflara yönelik en etkili tavrın da bunun üzerinden şekilleneceği açık olsa gerektir. 
Seçimlere konu olan parlamentonun faşist ve gerici rejimler bakımından taşıdığı anlam ve işlevin ideolojik zeminde sorgulanması karşısında, devrimci mücadele açısından stratejik bir yer işgal etmediği gerçeğinin üzerinde öncelikle durulması gerekir. Buradan hareketle, burjuva parlamentosunun oluşturulmasına yönelik seçim olgusuyla ilişkilenmenin, döneme uygun tarzdaki biçimlenişinin taktik bir nitelik taşıdığı anlaşılacaktır. Bu taktiği belirleyecek birden çok faktör vardır ve bunun her seferinde iyi biçimde tartılması ve tartışılması şarttır.
Komünistlerin hiçbir taktiği mutlaklaştırmayacağı gerçeğinin kendisini en çok gösterdiği alanlardan birisi olarak seçimler, dogmatizme olduğu kadar reformizm ve legalizme de en rahat kapı aralayan yanlarıyla “hassas” sayılabilecek özellikler taşımaktadır. Bu hassasiyetin kitlelerin mücadelesinde ve devrime doğru yol alma çabasında ortaya çıkaracağı sonuçlarla kurulu bir ilişkisi vardır ve bu yüzden de sıradan bir taktik olarak görülmesine izin verilmemektedir. Nitekim egemen sınıfları olduğu kadar halk sınıflarını temsilen harekete geçen bütün politik oluşumların seçimlere karşı konumlanışı da bu yüzden kritik bir yere sahip olmaktadır.
Seçimlerin sistemi meşrulaştırma aracı kılınması, sandığa gitme ve oy kullanmanın “namus” derecesinde nitelendirilerek tezgâha dâhil olma vesilesi yapılması, düzenin salt bu katılım üzerinden kendini yeniden üretme olanakları yaratmaya çalışması, bu gerçekliğin en katı görünümüdür. İşin içerisinde daha geniş çerçevede bir demokrasicilik oyunu varsa, halkın/milletin iradesinin belirlenmesi ve bunun üzerinden var olan egemenliğe kaynak oluşturulmaktaysa, taşıdığı ağırlığı daha iyi anlamamız gerekir. Tam da bu nedenle egemen sınıf sözcüleri hemen her seferinde kendilerine oy istemek kadar seçime katılmayı ön planda tutmaktan geri durmamışlardır. Bunun yine bu şekilde gerçekleşeceğine kuşku yoktur.
Genel seçimler, ustalarımızın ünlü deyişiyle belli bir süreliğine halkın soyulması sürecini kimlerin yöneteceğini belirlemek amacıyla düzenlenmektedir. Bu bir yanıyla nöbet değişimidir, diğer yandan rejimin kendini “yenileme” ve tazeleme aracı olarak kullanılmaktadır. Tekrarlamakta fayda vardır ki parlamento ve onun şekillendirdiği hükümet, egemen sınıfların yönetim araçlarından sadece birisidir. Ne mecliste çoğunluğu oluşturan “irade” ne de onun belirlediği bakanlar kurulu ve başbakanın devlet üzerinde kendi başlarına otorite oluşturması mümkün değildir. Yani seçimler ve parlamento, egemen sınıflar bakımından dahi tayin edici sonuçlar üretecek kapasiteye sahip değildir.
Nitekim 8.5 yıla yakın süredir hükümette bulunan ve devlet içinde örgütlenme konusunda önemli mesafeler de kat eden AKP’nin tek başına iktidar olamadığı bir dizi örnek ve pratikle sabittir. Bu konuda “ileri demokrasi” gibi iğreti söylemlere başvuran ve Silivri üzerinden sivillik üretmeye kalkanların, MGK’dan başlayarak TSK ile tam bir iş ve kader birliği içerisinde hareket etmeleri söz konusudur. Kaldı ki emperyalizme bağımlılık olgusundan ötürü yerli uşak ve işbirlikçilerin “bağımsız” inisiyatif kullanabilme kapasitesinin sınırlılığı da bir başka gerçeklik olarak orta yerde durmaktadır. Bu nedenle seçimler üzerinden sağlanan meşruiyetin yönetme yeteneği üzerinde tesis edeceği etkinliğin derecesi hem sınırlı hem de görecelidir. Bu görecenin kitleler nezdinde pozitif bir görünümü vardır ama realite bunu her vesileyle bozan pratiklerle akmaktadır.
Seçimlere karşı yaklaşımı belirleyecek en önemli kriterler arasında sistemin teşhir olmuşluğu ve geniş yığınların parlamentodan beklentilerinin sürüp sürmediğinden bahsedildiği noktada kitlelerin egemen sınıf partilerine ve onların geliştirdiği politikalara gösterdiği ilgi başlıca veri olarak görülmektedir. Bunun değişik dönemlerde aldığı görünüm elbette belli farklılıklar arz eder. Sistemden kopuşla birlikte komünist öncüye ve devrimci muhalefet odaklarına yönelimin geliştiği koşullarda böyle bir eğilimden söz edilebilir. Bunun sınıf çelişkisinin yoğunlaştığı ve kitle mücadelelerinin geliştiği ekonomik ve politik kriz anlarına denk gelmesi söz konusudur ve bu durumda dahi boykot kadar parlamentodan yararlanabilme koşullarının oluşmasından bahsedilebilecektir.
Demek ki boykot ya da katılım seçeneklerinden hangisinin işaretleneceğini yalnızca bu durum da belirlemeyecek, diğer dengelerin/güçlerin gözetilmesi ihmal edilmeyecektir. Diğer dengelerden kasıt sınıf mücadelesi gündeminde belli bir ağırlık oluşturan sorun ve bu sorun kapsamında rol üstlenen güç ve hareketlerin durumudur. Devrim mücadelesinin ilerletilmesi kıstası üzerinde etkili olacak ve sonuçlar doğuracak bir olgunun tarifi olarak okunacak bu gerçeklik nesnel olarak devreye girer ki bunu hesaba katmadan politika yapmak ve taktik belirlemek neredeyse imkânsızdır. Dahası, bu olanaksızlığın devrimci politikanın gereği olarak algılanması şarttır ve buradan mevcut koşullara/gündeme uzanırken irdelememiz gereken öncelikli husus da bu olmaktadır.
Kürt Ulusal Hareketi, demokratik mücadele alanında önemli aşamalardan geçmiş ve ciddi deneyler üzerinden küçümsenmeyecek bir potansiyel biriktirmiştir. Bunun silahlı mücadele eksenli sürecin hazırladığı bir zeminde yaratıldığı ve bu temelde inşa edildiğine kuşku yoktur. Bütün engellemelere ve kendi pratiklerindeki yanlışlara karşın gelinen aşamada yarattığı birikim, yasal kulvarda da etki gücü oluşturmuş ve belli bir mevzi üzerinden meşru mücadele hattını güçlendirmiştir. Faşist Türk devletinin başta zor/şiddet olmak üzere her türlü yöntemle geliştirdiği saldırıların göğüslenmesi temelinde oluşturulan direniş cephesi, parlamentodan yerel yönetimlere kadar uzanan bir düzlemde, sistem içinde kitlesel temele sahip kurumsal/kalıcı bir konum elde etmiştir.
Yakın dönemi ele alacak olursak, imha ve inkâr eksenli politikasında ısrarını sürdüren egemen sınıfların politik manevralarla tasfiye etme girişimleri devreye sokulmuş ancak bunda da başarılı olunamamıştır. Ne var ki bir yandan her türlü şiddet, katliam ve işkence sürdürülmekte diğer yandan engelleme, etkisizleştirme ve tasfiye faaliyetleri örgütlenmektedir. Tam bir işbirliği ve ittifakla tek bir parti gibi hareket eden düzen güçlerinin (“tek tek” söylemi, anadilde eğitim, Kürt politikacılarının tutuklanması, toplu mezarlar, Hakikatleri Araştırma Komisyonu, faili meçhullerin soruşturulması, BDP’ye yönelik tehdit, aşağılama ve tecrit, TSK’nın savaş konumu ve kapasitesine yüksek perdeden destek vb. vb.) sosyal şovenleri de yedeklediği süreç, sıkı bir çatışma ve çarpışma çizgisi izlemektedir. Saflaşma ve cepheleşmeye yol açan bu sürecin önümüzdeki aşamada en ciddi hesaplaşma ve kapışma alanı genel seçimler olacaktır. Öncesinde ve sonrasında dağlardan sokaklara kadar yayılan bir çatışma atmosferinde yaşanacaklar, bu gerçeği değiştiren değil besleyen bir ağırlıktadır.
Faşist parti şeflerinin Kürt ulusal mücadelesine sahip çıkma ekseniyle örgütlenen ve seçimlere (yerel ya da genel) giren partilerin zayıflatılması, kapatılması, tecrit edilmesi için nasıl elbirliğiyle hareket ettiklerine istisnasız bütün seçimlerde tanık olunmuştur. Bu konuda en önemli görevin önde bulunan faşist partiye düştüğü ve devletin bütün kurumlarıyla işbirliği halinde nasıl bir kampanya örgütlendiği herkesin malumudur. Öyle ki seçimlerde Kürt illerinde alınan her yenilgiye karşı yaklaşımda bu derdin ve öfkenin en belirgin izleri görülmektedir.
Kürt sorununda temsili düzeyde etkili bir özne konumuna gelen Ulusal Hareket’in yarattığı dinamikler, sınıf savaşı ve bu bağlamda devrim mücadelesi bakımından önemli bir potansiyel oluşturmuştur. Bu olgu aynı zamanda soruna yönelik her doğru ya da isabetli adımla beraber, ileriye yönelik tasarrufları doğrudan etkileyecek koordinatlar çizmektedir. Bu koordinatlar içinde önemli nüveler vardır ve bunları değerlendirmenin yolu, sürece müdahil olmaktır. Müdahil olmanın elbette birçok biçimi bulunmaktadır ve biz bütün eksiklerimize karşın, bu yönde politikalar oluşturma bakımından zaaflı ve geri duruşumuzdan uzaklaşan bir konum almış bulunmaktayız. Şimdi bu tavrı sürdürmenin yeni bir sınavını vermek, halen zayıf ve yetersiz olan durumu tersine çevirmek için yeni adımlar atılması gerekmektedir.
Bu yaklaşımın 12 Haziran seçimleri özgülündeki karşılığı, Ulusal Hareket’in göstereceği bağımsız adayların desteklenmesidir. Bütçe desteğinden mahrum bırakma, yüzde 10 barajından seçmen pusulalarına, her türlü tehdit ve karalamadan, baskı, tehdit ve infazlara kadar faşist diktatörlüğün geliştirdiği ve geliştireceği bütün yöntemlerin bertaraf edilmesi için aktif destek vermek, bu yönde propaganda yürütmek gerekir. Bunun için düzen partileriyle ittifak içerisine girilmemesi (daha önce SHP ile olduğu gibi), sisteme karşı teslimiyet içeren bir konum alınmaması (2002 ve 2007 süreçlerinde olduğu gibi) ve var olan direniş hattının terk edilmemesi, “şart”tan öte bir mutlaklık içermektedir.  
Komünistler önceki süreçlerde kimi devrimci ve demokrat çevrelerin yaptığı gibi pazarlıklar içerisinde olmayacağı gibi politikasını etkisizleştiren, taktiğini işlevsizleştiren tutumlar da geliştirmeyecek, adaylarla ilgili çıtayı yükseklerde tutan kıstaslar ileri sürmeyecektir. Kayıtsız şartsız bir durum yoktur:  hareket (eylem) ve faaliyet (ajitasyon propaganda) alanımızı sınırlamamak, yurtseverlerin gerçekliğinden kopuk biçimde konum alma tutumuna da girmemek gerekir. Bu durum, batıda ve Türkiye Kürdistanı’nda farklı çizgiler izlenmesinin yanlışlığına da vurgu yapan içeriktedir. Politikamız bir alan ya da soruna değil genele ilişkindir. Her şeyden önce bölgeyi batıdan koparma bağlamındaki çarpıklığa düşmemek gerekir. Kaldı ki batıda aday gösterilecek bütün bölgelerde hatırı sayılır bir Kürt nüfusu vardır ve meselenin özünde bu gerçekliğin durduğu unutulmamalıdır.
Kitlelerin düzen partilerine oy vermemesine yönelik çağrıları da içeren seçim kampanyasının bağımsız adayların desteklenmesinden başka, tam da bu tutumun gerekçesini oluşturan biçimde ulusal soruna dair propaganda faaliyetine ağırlık vermesi gerekir. Düzenin teşhiri hiç kuşku yok ki yalnızca Kürt sorunu temelli bir propagandayla darlaştırılıp eksik bırakılamaz. Ekonomik, politik ve sosyal koşullar giderek ağırlaşmaktadır. Kitlelerin direnişe, eyleme sevk edilmesi her anın görevidir ama bu tip sıcak politik zeminlerin iyi değerlendirilmesi gerekir. Proletarya partisinin devrim mücadelesine dair yürüteceği ajitasyon-propaganda çalışmaları, pek doğal ki seçimlerde izleyeceği politikanın nedenleri ekseninde biçimlenecektir. Ama zaten günümüz koşullarının bunu öne çıkarmış olduğu gerçeğinden hareket ettiğimiz unutulmamalıdır.
Ulusal Hareket, 90’ların ikinci yarısından itibaren silahlı mücadeleyi “reformist” bir kalıba dökerek, bireysel kültürel haklarla sınırlı bir mücadele yürütmeye başlamıştır. “Demokratik özerklik” projesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinden saparak düzen içi “çözüme” yönelen çizginin ürünüdür ve nesnel gerçeklikteki karşılığı sisteme entegrasyondur. Bu süreçte kâh bağımsız bir hatta kalıp kâh icazetçi pozisyona savrulmak kaçınılmazdır. Devletle pazarlığın, zaman zaman alttan alan bir tutum sergilemenin, ittifaklar politikasında sürekli yalpalamanın mücadeleyi gerilettiği, potansiyeli zayıflattığı ve düşmanın elini güçlendirdiği açıktır.
Sorun özgülünde hedef aldığımız, rejimin bütün kurumları ve partileri ile kendisidir. Dolayısıyla bütün gündemler bağlamında ağırlığına göre farklılaşsa da tüm uygulamaların teşhirinden yola çıkarak yoğun bir devrim propagandası yürütülmesi gerekecektir. Bunun parlamenter hayallerin yayılmasını engelleyen boyutları da ihmal edilmeyecektir. Seçim dönemleri genel olarak kitlelerin politikaya yoğunlaştıkları bir ortama sahip olduğu ve bir tür çok yönlü muhasebe içerdiği için, yürütülen propaganda faaliyetinin hem olanakları geniştir hem de etki derecesi yüksektir. Süreç, nesnel koşulların kızıştırdığı ve biriktirdikleri ile zaten bir dizi alanda gerilim noktalarını ileri derecede zorlamaktadır. Egemen sınıfların hükümetteki temsilcisi AKP’nin gerek diğer hâkim sınıf klikleri gerekse de halk muhalefetine yönelik tavrı, dahası efendilerine kafa tutma pozları bu durumdan ötürüdür.
Seçimlerin dört yılda bir yapılması, diğer birçok düzenleme gibi rastlantısal değildir. İşlevli olma bakımından parlamento ve hükümetlerin ömrü en çok bu kadar olmaktadır. Nitekim önceleri beş yıl olan süre fiilen dört yıla düşmekte, -erken seçimler gündeme gelmekte- ve bunun yarattığı kan kaybı üzerinden dengeler etkilenmekteydi. Bizimki gibi ülkelerde ipliğin pazara çıkması ve eskimeye başlamanın çok kısa sürede gündeme gelmesi nesnel şartlardan ötürüdür. Bu yüzden her ne kadar yeni yüzler, vaat ve atraksiyonlar ile yenilenmeye çalışılsa da AKP’nin üçüncü döneme de çoğunluk sağlayarak uzanacağı gerçeği, izlenecek politikalar üzerinde daha sıkı durulmasını gerektirmektedir. Diğer faşist partilerin “makus” talihlerini değiştirmekte bu kadar zorlanmaları yalnızca kendi politika yapma tarzları, beceri ya da hedef kitleleriyle ilgili değildir. Bunun uluslararası konjonktürle kurulu ilişkisi, ülkedeki sürece yön vermede saptanan önceliklerden kaynaklı belli adımları, formel atakları ve yeni modelleri gerektirmektedir. AKP’nin bütün olan bitenlere karşın hala gözde konumunu sürdürmesi son dönemde Ortadoğu’da yaşanan isyanlar da dikkate alınırsa, anlaşılır olmalıdır. Tam da bu durumun şımarttığı AKP’nin AB hatta ABD’ye yönelik –kısa ömürlü ve hızlı tornistan içerse de- kimi serzeniş ve çıkışlarda bulunmasını bu çerçevede okumak gerekir. Ancak bir bütün olarak pervasızlık ve her alanda sınırları zorlayan tasarruflar sayesinde, elbette zorbalık, hile ve her türlü baskıyla kitle desteği sürdürülmekte ve çark dönmektedir.
AKP bakımından son derece elverişli akan şartlar ülke içi dinamikler bakımından giderek etki gücünü kaybetmeye başlamıştır. Bu seçimlerden yine birinci parti hatta öncekiler gibi meclis çoğunluğu sağlayarak çıkması halinde dahi daha ileri adımları atmaya çalışırken ömrünü tamamlayacağı bir döneme girilmektedir. İşçi-emekçi cephesinde işleri yolunda tutan işbirlikçi sendikal önderlik mekanizması bozulma ve kırılmaya yüz tutmuştur. Diğer klikleri bastırma ve geriletme operasyonunda kullandığı argümanları daha geniş bir çemberde ilerici, demokratik kesimlere kadar genişletme halinin, giderek kabaran hak ihlalleri bilançosuyla buluştuğu noktada, semirtilen polis (250 bin) ve özel güvenlik ordusu (171 bini istihdamda 428 bin) da kar etmeyecektir.
Daha önemlisi, inatla en çok vurgusu yapılan ekonomik alandaki gidişat, hiç de parlak değildir. Kamunun net borç stoku 2002’de 215.3 milyar TL iken 2010’un üçüncü çeyreğinde 309.5 milyara yükselmiştir. Cari işlemler açığı 2010 sonunda, bir yıl içerisindeki yüzde 247.1 artışla 48.5 milyar dolara ulaşmıştır. Başta gıda ürünleri olmak üzere tüketici enflasyonu yüzde 20’lerle ifade edilmektedir. İşsizlik, ağırlığı genç nüfusta olmak üzere yüzde 25’lerin üzerindedir ve bunun 6 milyon kişiyi aşan bir karşılığı vardır.
Sınıflar arası gelir dağılımındaki uçurum büyümekte; dolar milyarder ve milyonerlerine (en zengin 100 Türk’ün geliri 1 yılda 17 milyar dolar arttı) paralel biçimde, aç (2 milyon) ve yoksulların sayısı (12 milyon 751 binlik resmi rakamın gerçek karşılığı uzmanlarca 20 milyon olarak gösteriliyor) ve oranı (yüzde 30) yükselmektedir. Çeşitli kuruluşların tespitlerine göre açlık sınırı 830 bine, yoksulluk sınırı 2.700 bine ulaşmıştır. TÜİK tarafından en yüksek yüzde 20’lik dilimin “milli” gelirden aldığı pay yüzde 47.6, en düşük kesimin payı ise yüzde 5.6 olarak açıklanmıştır. 9.3 milyon yeşil kartlının bulunduğu Türkiye’de “sosyal yardım” adı altında dağıtılan sadaka ve rüşvetin 2009 yılına ait toplam miktarı resmi rakamlarla 2.5 milyar TL’dir.
2002 sonrasında 2 milyar TL olan tüketici kredileri 2010 sonunda 126.9 milyar TL’ye, 4.3 milyar TL olan kredi kartı borçları da 43.6 milyar TL’ye tırmanmıştır. 2003-2010 döneminde tasarruf mevduatı yüzde 260 oranında artarken, mevduat sahiplerinin bankalara olan borçları yüzde 1280 oranında yükselmiştir. Tarımdaki durum tam manasıyla yangın yerini andırmaktadır. Yıkım ve tasfiye dur durak bilmez halde sürmektedir. İthalat 6.4 milyar dolara ulaşmış ve dış ticaret açığında tarihi bir rekor kırılmıştır (2.3 milyar dolar). Son 8 yıla bakıldığında, toplam işlenen alan 2.6 milyon hektar, toplam tarım alanı 2.3 milyon hektar (Ankara’nın yüzölçümü kadar) azalmıştır. Boş bırakılan tarım alanı büyüklüğü ise 2 milyar hektardır.
Ekonomik tablonun kendilerini esas rahatsız eden yönlerini değiştirmenin sömürüye daha çok sarılmaktan geçtiğini refleks olarak benimseyen egemenlerin bir süredir en önemli argümanı esnek çalışma rejimidir. Yüzde 60’lara ulaşan taşeronlaşmanın başrol oynadığı sürecin ayakları SSGSS’den torba yasaya kadar bir dizi hamle ile örülmüştür. Kayıt dışı çalış(tırıl)an nüfusu 10.5 milyona ulaşmıştır. Özelleştirmelerin eşlik ettiği süreçte sınıfın verdiği tepkiler başta sendikal bürokrasiye (sendikalaşma oranı yüzde 10’un altında) egemen faşist ve gerici ağalar çetesi tarafından elimine edilmekte, diğer yandan her türlü baskı, şiddet ve ayak oyunu ile direnişler kırılmaktadır. Ne var ki alttan alta mayalanan ve gittikçe büyüyen muhalefetin ayak sesleri her geçen gün daha kuvvetli duyulmaktadır…
Talanın bir diğer boyutunu HES’ler ve kentsel dönüşüm (rantı şişkin emekçi semtlerini yağma) politikaları oluşturmaktadır. İmha, tasfiye, etkisiz kılma, yağma ve talan politikaları ya “açılım” ya da “dönüşüm” kodlarıyla hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Bu, Kürt ve Alevi sorunundan çevre ve barınma-konut sorunlarına kadar bir çok alanda işletilmekte, hem sömürü ve rant için kaynak ve zemin yaratılmakta hem de kitleler yedeklenmeye çalışılmaktadır. Alevilerin “İnanç ve Erkan Merkezleri” aracılığıyla Sünnileştirilmesine yönelik proje bu konudaki “açılım”ın zirvesi olmuş; kentsel dönüşümlerin talan merkezi TOKİ, ev/yuva kuran bir “kurtarıcı”ya dönüştürülmüştür.
Gençlik, bütün zaaflı yönleri ve eksiklerine karşın son süreçte en diri reaksiyonları gösteren kesimlerin yine başında gelmektedir. Gençliğe yönelik apolitikleştirme, yozlaştırma ve sindirme operasyonlarının bu kesimin oynadığı ve oynayacağı rolle, bunun geleceğe uzanan fonksiyonuyla yakın ilgisi vardır. Disiplin terörü ve ekonomik baskılarla cendereye alınan halk gençliğinin işsizlik ve geleceksizlik kıskacına hapsedildiği koşullar ağırlaşmaktadır. Toplumun katmerli sömürü, baskı ve şiddet altında ezilen ve köleleştirilen kesimi kadınlara yönelik tablo giderek ağırlaşmıştır. İşgücüne katılım oranı 90’lardaki yüzde 34.1’den 2009’da yüzde 26.9’a geriletilen kadınlar, okuma yazma bilmeyenler içerisinde yüzde 84’lük bir yer işgal etmektedir. Erkek egemen sistemin toplumda daha da gerilere itmek için adeta seferberlik ilan ettiği kadınların tecavüz ve tacize, her türlü şiddet ve cinayete maruz kalma oranı büyük bir artış göstermektedir…

Sınıf çatışmasına ait en önemli gösterge tablosu elbette ki faşizmin kendisine muhalefet eden halk güçlerine yönelik pratiğiyle şekillenmektedir. Hak ve özgürlükleri gasp ve ihlalin, çelişkilerin derinleşmesi olgusuyla yakın ilişkisi vardır. Egemen sınıfların meşruiyetlerini tartışılır kılan bu panoramanın mümkün olduğunca “temiz” gösterilmesi her dönemin derdidir ki, Kenan Evren dahi “işkence”yi inkâr eden ve “eleştiren” bir konum almaya özen göstermiştir. “Sıfır tolerans” gibi tam aksini göstermede çarpıcı bir örnek sergileyen AKP hükümetlerinin yalnızca her türlü şiddet ve işkence değil, faili meçhullerden yargısız infazlara, gözaltılardan tutuklamalara, mahpus sayısı 122 bine ulaşan hapishanelerdeki tecrit terörü ve “cezalandırmalara” kadar bütün yöntem ve uygulamaları önceki süreçlerin devamı olarak “gelişme” göstermektedir. Demokratik kitle örgütlerinin 2010 raporlarına göre yalnızca Türkiye Kürdistanı’ndaki ihlal bilançosu 23 bin 573’dür…

Egemen sınıfların eseri bu tabloya en önemli rengi ulusal sorunun verdiği açıktır. Değil rejimin aktörleri, hemen her politik kesim ve öznenin doğrudan etkilendiği Kürt sorunu, Ulusal Hareket’in yürüttüğü savaş ve direniş sayesinde ekonomiden, politikaya sosyal yaşamdan diplomasiye bütün alanları kuşatmış ve derinlemesine etkili olmaya başlamıştır. Bunda egemen sınıfların izlediği politikaların rolü bulunmaktadır ama reformist bir hatta ilerlemeye çalışan yurtsever hareketin tasfiye sürecine izin vermeyen bir tutumda ısrarlı olmasını da görmek gerekir. Ne var ki bunun ne kadar istikrarlı gideceği ve teslimiyetçi bir noktaya evrilip evrilmeyeceğinin garantisi yoktur. Reformizmin buna uygun karakterinin geri ve dağıtıcı sonuçlar üretmemesi, şansa ya da seyre bırakılacak bir olgu değildir.

Aksine bu alandaki her kazanımın, devrim mücadelesini ileriye götüren bir karakter taşıyacağı açıktır. Şimdiye kadarki kazanımlar üzerinden ortaya çıkan gerçekliğin sağladıkları görülmek zorundadır. Bu sayede yalnızca Kürt sorunu değil birçok alanda yürütülen mücadelenin elde ettiği yararlardan söz etmek gerekir. Bu durum daha geniş bir çerçevede düşünmeye kalkışıldığında süreçten egemen sınıfların payına düşenlere bakmak dahi yeterlidir. AKP eliyle getirilmeye çalışılanların, laikçi Kemalist klikle yürütülen çatışmayı da kapsayan boyutunda, Kürt sorununun taşıdığı ağırlık ihmal edilmemelidir. Her türlü muhalefetin Kürt sorunuyla birlikte ya da ona tabi biçimde paranteze alınması söz konusudur. Devletin kitlelere vermeye çalıştığı mesaj ve yaratmaya çalıştığı algı budur: Faşist Türk devleti çeyrek yüzyıldır rejimi yıkıcı ve bölücü bir düşmanla savaşmaktadır, mutlaka taraf olunmalıdır! Başkası olmaya zorlamanın karşısında, kendi konumunu terk etmemenin pratik sonucu, hedefe alınmak, bertaraf olmaktır…

Bu süreç her geçen gün yoğunlaşan bir tarzda işlemiş ve mücadele egemen sınıfları Kürtçe TV kurmaya kadar götürmüşse de kanama durmamış, durdurulamamıştır. Toplu mezarlardan kemiklerin fışkırdığı, her gün onlarca Kürt politikacının tutuklandığı (anadilde savunma yapmalarına izin verilmediği), hapishanelerdeki politik tutsak sayısının binlerce çoğaldığı, koruculuğa yeniden gaz verildiği, sürekli gösteri, eylem ve çatışmanın yaşandığı bir coğrafyaya hâkim olma şansları kalmamıştır. Bunun tek yolu şiddettir ve o da olabildiğince yapılmaktadır. Bunu yeterli bulmayıp seri cinayet ve katliamlarla örülü 15-20 yıl öncesine dönüldüğü takdirde durumun daha da vahim bir hal alacağı iyi bilinmektedir.

Soruna ait gerilim noktalarına daha fazla yük binmemesi, özellikle de seçim arifesinde önemlidir. Bu yüzden, eylemsizlik sürecine son verilmesi karşısında, hem Hareket’e hem de BDP’ye yönelik dil daha saldırgan bir hal almıştır. Esasen rol paylaşımı çerçevesinde ulusal sorunun öznelerine karşı “politik” bir jargon tutturanların da asıl dillerinde konuşmaya zorlandığı bu sürecin, içinde bulunduğumuz Newroz günlerinden başlayarak daha hızlı bir akış yaratacağı ve Mayıs ayıyla doruğa çıkacak bir tarzda parlamento seçimlerine uzanacağını kestirmek zor değildir. Bilinen tanımlamayla, kartlar çoktan dağıtılmış, kozlar oynanmış, blöflerin işleme şansı kalmadığı bir noktaya gelinmiştir.

BDP’nin göstereceği bağımsız adayların parlamentoda önemli işler yapacağı, büyük bir işlevi yerine getireceğine dair algımız ve yanılsamalı bir duruşumuz yoktur. Buna her şeyden önce Ulusal Hareket’in sınıfsal yapısı ve ideolojik hattı engel oluşturmaktadır. Yasal politik atmosferde yapılabilecek işler de vardır ve her şeye karşın geçtiğimiz dönemde bu yönde belli çabaların gösterilmiş olduğu kabul edilmelidir. Ancak bu alana da ideolojik hattaki sorunların damgasını vurduğu ve son derece etkisiz ve yetersiz kalındığı açıktır. Öyleyse bizim açımızdan sorun mecliste grup kurma üzerinden etkili bir muhalefet gücünün yaratılması değildir. Bunun hiç tereddütsüz belli yararları vardır ve desteklenmesinde sakınca da yoktur. Aksi durumda yasal parti ve onun temsilcileriyle kurulacak ilişkiyi dahi bütünüyle reddeden bir çizgide durulmalıdır ki bunun ne kadar yanılgılı olduğu açıktır.

Sorun bir bütün olarak egemen sınıfların karşısına çıkmak ve halk kitlelerine, emekçilere, yoksullara, ezilenlere ait bir muhalefet odağı oluşturabilmektedir. Bugün bunun merkezine oturan potansiyel ezilen Kürt ulusunun dinamikleriyle örülüdür ve onun seçim atmosferindeki politik öznesine verilmesi gereken desteğin tam da bu çerçevede anlamı vardır. AKP şahsında egemen sınıfların gerek bütünüyle karşısına dikilmek gerekse de belli adımlarına set oluşturabilmenin yolu, çeşitli biçimlerde –ve platformlarda- onunla karşı karşıya gelen devrim cephesindeki güçlerle buluşmaktır. İşçilerin, işsizlerin, köylülerin, gençlerin, aydınların, demokratların, bütün muhalefet odaklarının yalnızca AKP değil CHP, MHP başta olmak üzere egemen sınıf temsilcilerine yönelik bir cephede buluşturulması için daha uzun ömürlü ve hedefli yürütülecek çalışmalar bakımından en güçlü ve direngen kesimlerin mücadelede diri tutulmasına yönelik politikalar önemli bir yerde durmaktadır. 

12 Haziran seçimleri dönemsel bir politik taktik saptanarak ele alınacak derecede önemli bir sürecin ve ağırlaşan bir gündemin ortasında gerçekleşecektir. Buna dünya ölçeğindeki gelişmeler de eşlik etmektedir. Emperyalist-kapitalist sistemin dikişleri, en çok zorlandığı, gerilimi en fazla biriktirme şansı olan alanlarda birer birer atmaktadır. Buna dün Latin Amerika ve Uzakdoğu Asya’da tanık olundu, buna dün Doğu hatta Güney Avrupa’da tanık olundu, buna bugün Kuzey Afrika’da tanık olunuyor. Buna çeyrek yüzyıldır yoğunlaşan biçimde Ortadoğu’da tanıklık ediyoruz. Bunu ABD Wisconsin’de direnişe geçen onbinlerce emekçinin eyleminde görüyoruz. Buna aslında sınıf çelişkisinin keskinleşme trendine girdiği bütün topraklarda rastlıyoruz…

Sermayenin sözcüleri adına sürekli dile getirilen (“Küresel gıda fiyatları tehlikeli seviyelere yükseldi. 44 milyon insan aşırı fakirleşti. Bu durum Ortadoğu ve Asya ülkeleri için felaket olabilir.” DB Başkanı Robert Zoellick, 16.02.11) endişelerin yersiz olmadığını kanıtlayan gelişmeler, bütün dünyayı dolaşan bir “virüs” yaymaktadır. Başkaldırı ve isyan dalgaları bütün ezilen yığınlara, hak arama, hesap sorma ve kendi kaderini tayin için cesaret vermekte, ilham aşılamaktadır. Bu öfke ve tepkinin birkaç ülkede uç verme şekli özgünlük taşımaktadır ama mayalanma koşulları dünya ölçeğinde geçerli bir olguyla ilişkilidir. Sistem, temellerini sarsacak boyutlar taşıyan sorunları aşma kapasitesinde her geçen gün daha da zorlanmaktadır. Dünyada servet-sefalet uçurumu derinleşmekte, insanlık bir yandan daha kötü koşullara itilirken diğer yandan içinde bulunduğu şartların tamamen mahvolacağı bir felakete doğru sürüklenmektedir.

Buna kendi çıkarları için müdahale bakımından çabalayan egemenlerin ne ekonomik krize ne de açlık, yoksulluk, göç, barınma, sağlık, çevre vd. bir dizi yaşamsal soruna çözüm getirme şansı olmadığı her geçen gün daha net biçimde görülmektedir. Bunun tetiklediği ve büyüttüğü mücadele ortamında zorbaların paniği büyümekte ve “kestirme yola” başvurma sıklığı ortaya çıkmaktadır. Askeri müdahale adı altında, işgal ve saldırıların gündeme taşınması söz konusudur ve hiç durmadan bütçesi büyüyen dünya çapındaki silahlanmanın nedenleri daha iyi anlaşılır olmaktadır. Bu konuda komşularıyla sıfır sorun, kendi içinde nispeten statükoyu “sağlama alan” bir tarz tutturan devletlerin dahi ön saflarda yerini aldığı hesaba katılacak olursa, perde gerisinde hangi hesapların döndüğü daha açık görülebilecektir.

Bu dünya gerçekliğinin emperyalistler açısından en kritik yeri işgal eden coğrafyasında korkulan da olmuş ve bölgenin en sağlam halkaları gerilmeye, en güvenilir kaleleri sarsılmaya başlamıştır. Elbette sistemden kopuş yaşanmamaktadır ama bölgedeki isyan ateşi kolay kolay söndürülebilecek gibi de yanmamaktadır. Bölgenin bir dizi ülkeyi doğrudan ilgilendiren yumaklarından birisini oluşturan Kürt sorunu dengeleri bozan ve zorlayan biçimde kendini dayatmaktadır. Buna yönelik emperyalist planlar çeşitli aktörler eliyle devreye sokulmuş, “çözüm” yolunda hamleler gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Ülkemizdeki süreci bu çerçeve içerisinde ele almak, olası gelişme ve sonuçları bu kapsamda değerlendirmek gerekir.

12 Haziran gündeminde, egemen sınıf klikleri arasındaki dalaşın aldığı boyut kadar işçi ve emekçi mücadelelerini içeren bir devrimci demokratik muhalefetin gelişme dinamikleri de hesaba katılmalıdır. Kürt sorunu, bütün çatışma parametrelerini yatay, çoğu kez de dikey olarak kesen ve etkileyen konumuyla egemen sınıfları birlikte saf tutmaya iterken, kavgaya güçlü bir etki ve katkı yapmakta, sürece müdahale politikalarının merkezine oturmaktadır. Bu yüzden iyi değerlendirilmesi ve güç katarak büyütülmesi gereken bir saflaşma vardır ve buna seyirci kalınması halinde yalnızca düşmanın karlı çıkacağı bir süreçten değil, sınıf mücadelesinde soyutlanma/gerilere savrulma tehlikesinden de söz etmek gerekir. Savaşın esas olarak yaslandığı alan ve kitle gerçekliğinin sorunla bağlantısını göz ardı eden, sinir uçları açığa çıkan çelişkileri görmezden gelen hiçbir politika gerçekçi değildir…

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu