Makaleler

Hatay, Kıbrıs, Efrîn: Mustafa Kemal’in ruhu Erdoğan’da!

Türk devleti, Êfrin’deki ihalelerden alacağı büyük pastaya, dikecekleri betonlara odaklanadursun, ne 1571’den bugüne Osmanlı ve Türkiye’nin saldırılarına karşın Kıbrıs Türkleştirilebilmiş ne de Türkiye’ye bağlanmasına karşın 90 yıldır Antakya’daki Arap varlığı yok edilebilmiştir. Aynı buralarda olduğu gibi Êfrîn’de de Kürtler yok edilemeyecek, dört parçaya bölünmüş Kürt ulusu, ezilen milyonların direnişi sonucu haklarına ulaşacaktır.

İki aylık askeri faşist saldırının ardından girilen Efrîn’de Türk devletinin çevireceği türlü oyunlarla şimdi sıra bölgede kalıcılaşma, bölgenin iradesinin kırılması ve Efrîn’in ilhakında. Esas olarak Kürt ve Arap bölgesi olan Efrîn için TC devletinin izleyeceği strateji bölgenin Türkleştirilmesi, ekonomik olarak sömürülmesidir. Ancak tarihin şahitliğinde denilebilir ki, bu istek öyle kolayca, sıralı, birbiri ardına gerçekleştirilen uygulamalarla gül bahçesinde ilerlermişçesine yaşanmayacaktır, bölgenin yutulması için atılan her adımda ezilenlerin beklemediği-hesaplarında olmayan bir öfke patlamasıyla karşı karşıya kalınacağı muhtemeldir.

TC bölgede krizlerin çıktığı bölgelere doğru yayılma, bu bölgeleri ilhak etme anlayışıyla hareket etmektedir. Onun kriz ve kaoslardaki ilk düşünüşünde işgal mantığı yer almaktadır. Bu süreçlerde kriz ve kaos yaşanan bölgelere yönelik, burada yaşayan halkın üzerine atılacak olan kurşunlar; “kurtuluş”, “barış”, “huzur” gibi propaganda yönü ağır ve “vatan toprağı”, “vatan savunması”, “devlet bekası” gibi milliyetçi söylemlerle süslenmektedir. Askeri saldırılarla ele geçirilen topraklarda yaşayanların öncelikle siyasal iradesi çalınarak işe koşulmaktadır. İlk aşamada uyduruk bir yerel yönetim vasıtasıyla iradesi çalınanların daha sonra tüm benlikleri, birlik ve beraberlikleri yok edilmeye çalışılır, Türkleştirilme dayatılır. Son yüz yıl içerisinde gerek Hatay (eski adıyla Livaa Aliskenderuna/İskenderun Sancağı-Antakya) gerek Kıbrıs’ta yaşananlar yukarıdaki sözlerin dayanağı olurken, Êfrîn halkına yaşatılmak istenen de bunlardan oluşmaktadır.

Yakın süreçte, Irak Kürdistanı Bağımsızlık Referandumu tartışmalarında faşist Türk cephesinin, her Kürt şehrinin yanına bir plaka numarası iliştirerek diline doladığı; 82 Kerkük, 83 Musul (Devlet Bahçeli, 3 Ekim 2017, MHP Grup Toplantısı) bahsi edilen ilhakçı mantığın küçük bir göstergesi olurken hatırlanacağı üzere Kerkük de Türk bölgesi olarak ilan edilmişti. 2017’de hortlayan bu mantık, 1923 yılında Mustafa Kemal tarafından Livaa İskenderun meselesinde de açık edilmişti. M. Kemal büyük çoğunluğu Araplardan oluşan ve tarihsel olarak Arap yerleşim yeri olan Livaa İskenderun’a ilişkin Adana’da yaptığı bir konuşmada “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz” diye belirtmiştir (Akt: marksist.org, 2016). Ardından Avrupa devletlerinin kendi yaşadıkları ekonomik zorluklar ve yaklaşan İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın politik dengelerini kullanan Türk devleti, Livaa İskenderun’a yönelik ilhak girişimlerini hızlandırdı. Aynı nedenler sonucu; Fransa da, o dönem kendi hakimiyetinde olan Livaa İskenderun’dan çekilme kararı aldı.

Devam eden süreçte Türk devleti, Mussolini İtalya’sı ve Hitler Almanya’sının Akdeniz’de ve Balkanlar’da izlediği politikaları bahane ederek Livaa İskenderun meselesinin “milli bir dava” ve “güvenlik meselesi” olduğunu -aynı Kıbrıs ve Êfrîn’de olduğu gibi- öne sürdü. Antakya’da (Habib Nacar’da) Fransız polisinin ateşi ile iki Türk gencinin ölmesi üzerine gerginlik artınca 1936 yılının Aralık ayında Livaa İskenderun’da sıkıyönetim ilan edildi. Ankara, Beyrut’ta görevli olan Feridun Cemal Bey’i bölgeye gözlemci olarak gönderdi. Ardından Mustafa Kemal’in şu açıklaması geldi: “Biz şimdiye kadar Sancak’ta genişletilmiş özerkliğe doğru gidiyorduk. Bundan sonra Feridun’un belirttiği gibi özerkliğe değil düpedüz ilhaka gideceğiz!” (Akt: Hür, 2012) Sonunda da 5 Temmuz 1938’de Kurmay Albay Şükrü Kanatlı komutasındaki Türk birlikleri, Payas ve Hassa üzerinden büyük sevinç gösterileri, diğer ulus ve inançlardan insanların endişeli bakışları altında Livaa İskenderun’a girdi.

M. Kemal’in, bir iddiaya göre Hitit, Eti ve Ata kelimelerinden, bir iddiaya göre “Hitay Türkleri”nden esinlenerek “Hatay” adını icat edip (Hür, 2012) başlattığı asimilasyon ve Türkleştirme politikaları ilhakın ardından hız kazandı. Fransız belgelerine göre sadece yüzde 28.5’i Türk kökenli olduğu (Akt: Hür, 2012) ve yeni adı Hatay olan Livaa İskenderun’un meclisi 22’si Türk olmakla birlikte 40 kişiden oluşturularak 2 Eylül 1938’de açıldı.

İlhakın ardından geçen 90 yıllık süre boyunca siyasal olarak bölgenin Türkiye’ye bağlanmasına karşın, bölgenin kültürü yok edilememiş, halkın ideolojik olarak dönüştürülmesi başarılamamış, ilhak ekonomik sömürünün dışında tabelada kalmıştır.

Livaa İskenderun’da yaşanan gelişmeler birçok bakımdan Kıbrıs’ın ilhak edilmesi ile benzer yanlar taşımaktadır. İşgal etmede Kıbrıs’ın tehdit olarak öne sürülmesi, dönemin politik dengelerinden yararlanılarak bölgenin ilhak edilmesi ve devamında Türkleştirilmesi adına gerçekleştirilen ırkçı uygulamalar bakımından Kıbrıs ve Hatay sorunu birbirlerine benzemektedir.

Dönemin Başbakanı A. Menderes’in 29 Aralık 1956 tarihli meclis konuşmasındaki “Ada’nın paylaşılması, adadaki soydaşlarımızın Türk bayrağı altında yaşamalarını sağlayacak ve Kıbrıs, Türkiye için herhangi bir ‘tehdit bölgesi’ olmaktan çıkacaktır” (Erol Mütercimler’den Akt: Doğan, 2018, s.51) sözleri adaya yönelik işgal politikalarının bir bahanesi olarak saklı tutulmuştur.

TC devleti, adanın işgal edilebilmesi için zemin hazırlamak ve adada yaşayan ulusların birlik ruhunu bölmek ve ırkçılığı yaymak için bir kontra örgütlenmesi olan Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT)’nı Özel Harp Dairesi tarafından 1957 yılında kurdurulmuştur (Doğan, 2018, s. 51). Bu tarihten itibaren TMT tarafından devrimci, demokrat, aydın ve yazarlara yönelik birçok suikast saldırısı düzenlenmiştir. Bir taraftan da adanın Türkleştirilmesi için adımlar atılmıştır. “Türk’ten Türk’e Kampanyası”, “Vatandaş Türkçe Konuş”, “Köylere Türkçe isim” Rauf Denktaş’ın hararetle savunduğu ve tutkuyla uygulamaya koyduğu projelerin başında geliyordu. Ayrıca 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim gibi günlerde görkemli bir şekilde kutlanmaya çalışıldı. (Doğan, 2018, s. 51)

19 Şubat 1959’da Zürih’te İngiltere, Türkiye ve Yunanistan devletleri arasında Garantörlük Anlaşmasının imzalanmasıyla da; 16 Ağustos 1960’ta kuruluşu ilan edilecek olan Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iradesi Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından ipotek altına alınmış oldu (Doğan, 2018, s. 54-55-56). Garantörlük Anlaşmasının hükümleri açık bir biçimde Kıbrıs’ın ilhakının onaylanması ve Kıbrıs üzerinden egemen devletlerin vesayetinin pekiştirilmesi anlamına gelmektedir.

15 Temmuz 1974’te Yunan subayları Kıbrıslı Rum yönetiminin başkanlık sarayını bombalayarak darbe gerçekleştirmiştir. Yunanistan’ın “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti” ilanının ardından Türk Devleti de Garantörlük Anlaşmasını göstererek adayı işgale yönelmiştir. 20 Temmuz 1974’te Türk devleti adaya asker çıkartarak işgalin ilk aşamasını gerçekleştirmiştir. Gerek Yunan gerek Türk ordularının adaya yönelik katliam ve işgal saldırılarına karşı uluslararası bir tepki verilmemiştir. Bu tepkisizlikten güç alan Türk devleti adaya ikinci işgal saldırısını 15 Ağustos 1974’te, 40 bin askerden oluşan bir harekât ile başlatmıştır. Yunan ve Türk askeri saldırılarının altında kalan ada halkından 6 bin insan hayatını kaybederken, 200 bin Rum yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kaldı.

Türk devleti, adadaki Kıbrıslı Türk nüfusunun yüzde 18’lerde olmasına karşın adanın yüzde 35’ini işgal ederek egemenliğini ilan etti. Türk devleti tarafından işgal edilen topraklardaki nüfusun yüzde 75’inin Rum olması yaşananların ne kadar ağır ve yıkıcı olduğunu göstermesi açısından önemlidir (Doğan, 2018, s. 63- 64)

Tıpkı Hatay ve Kıbrıs’ta olduğu gibi TC devletinin işgal saldırıları sonucunda Efrîn’de binlerce insan yaşamını yitirdi, yüz binlercesi göç etmek zorunda kaldı. Bugünlerde Efrîn’e vali atayacaklarını, yerel yönetim oluşturacaklarını ilan edenler bölgenin sömürülmesine göz diktiklerini de açık etmektedirler. Bu açıdan Erdoğan’ın başdanışmanı, inşaat sektöründe bir aile şirketlerinin de olduğunu belirtmekten sakınmayan İlknur Çevik’in; “İki büyük kazanımdan biri 50 küsur şehit var ama Êfrîn’de Türk müteahhitleri kazanacak” sözleri önemlidir. İkinci kazanımınsa -Çevik bahsetmese de- şüphesiz Kürt ulusunun ulusal kazanımlarına ket vurmak olduğu bilinmektedir.

Türk devleti, Êfrin’deki ihalelerden alacağı büyük pastaya, dikecekleri betonlara odaklanadursun, ne 1571’den bugüne Osmanlı ve Türkiye’nin saldırılarına karşın Kıbrıs Türkleştirilebilmiş ne de Türkiye’ye bağlanmasına karşın 90 yıldır Antakya’daki Arap varlığı yok edilebilmiştir. Aynı buralarda olduğu gibi Êfrîn’de de Kürtler yok edilemeyecek, dört parçaya bölünmüş Kürt ulusu, ezilen milyonların direnişi sonucu haklarına ulaşacaktır.

 

Yararlanılan Kaynaklar

Doğan, G.G., (2018).

Çözüm Bir ve Tektir Birleşik, Egemen, Bağımsız Kıbrıs, Nisan Yayımcılık.

Hür, A., ( 2012, Ekim 14), Atatürk diplomasisinin başarı öyküsü: Hatay’ın ilhakı. Radikal gazetesi.

23 Haziran 1939: Hatay’ın Türkiye’ye katılasına dair anlaşma Ankara’da imzalandı. (2016, Haziran 23), Marksist.org. Erişim Tarihi: 7. 04. 2018.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu