MakalelerPusula

Her Şey “İştiğakıyun” İçin-2

Çukurova… Yoksul köylülerin özgürlüğüne bir türlü ulaşamadıkları toprak… Nice mevsim işçisinin can verdiği yollar… Çukurova… İnce Memed efsanesinin kaynağı, onu gerçeğe dönüştüren kudret… Yılmaz Güney’in, Mehmet Ali ve Halil Çakıroğlu’nun, Polat İyit’in ve nicesinin yaşadığı ve devrime adadığı zamanının aktığı derya… Hem dost, hem düşman; hem dert, hem derman Çukurova’nın havasını solumuştu Ünal yoldaş (Cengiz İçli).

Emeği ve emeğin sömürülmesini, baskıyı ve isyanı, sevdayı ve uğruna verilen kavgayı, zindanı ve zindandaki direnişi… yani kurtuluş mücadelesini ve ona önderlik eden devrimin önder kurmayını orada tanımıştı. Ailesi Kayseri ve Niğdeliydi ve Mersin’e göç etmişlerdi. Kendisi Türk kökenli bir devrimci olarak atıldığı kavgada ezen ulus şovenizmine karşı Kaypakkaya yoldaşın güzergahında yol almayı bilmişti.

Komsomol saflarında örgütlenmesi onu geliştirmiş, uzun yıllar TMLGB MK üyeliği yapmıştı. Ünal yoldaş verilen görevleri reddetmemiş, görev kapıyı çaldığında açmamazlık etmemiştir; o artık bir parti üyesidir. Tıpkı sivil yaşamda olduğu gibi, hiçbir fiziki zorluğu gerekçe göstermeden 2013 yılında gerillaya katılmıştı. Herkes gibi o da alana adapte olma konusunda zorluklar yaşamıştı. Ancak zorlukların hiçbiri onu parti önderliğinde yürütülen gerilla savaşına karşı bir kırılma yaşamasını koşullamadı. O bu zorlukları, alt edilmesi gereken zorunluluklar olarak kavradı.   

Onun en çok sevdiği şeylerden biri, kitlelerle temas kurmaktı. Halkımızla oturup konuşmaktan, onlardan öğrenirken partimizin bakış açısı doğrultusunda bilinç vermekten mutlu oluyordu. Her temas sonrasındaki gün içinde konuşmalarında bu temastan öğrendikleri ve çıkardığı dersler vardı. Son görevine de haz aldığı böylesi temasların ona verdiği coşkuyla gitmişti… 

***

 “Yoldaş ben şimdi çıkıyoğum” dedi Sefkan yoldaş.

“Tamam yoldaş, biz de daha sonra geliriz. Dürbünü aldın mı?” diye sordu komutanı Yurdal.

“Bendediğ.”

“Tamam o zaman…”

Hazırlıklar tamamdı. Bu akşam, yoğun sonbaharın son görevlerinden birine gideceklerdi. Alandaki gerilla gücü küçük gruplar halinde son işleri tamamlamak için dağılmıştı. Kış hazırlıkları dar ama oldukça yoğun bir emek süreci içeren bir zaman diliminde gerçekleşiyor. Kimi işler ise çeşitli nedenlerden dolayı sarkabiliyor. Bunların üstesinden gelmek gerillanın zorluklarından ama bir o kadar da zorunluluklarından biridir.

“Yoldaş sen gelmeyebilirsin” dedi Yurdal Ünal yoldaşa dönerek…

“Ne! Öyle olmaz yoldaş. Ben de geleceğim.”

“Sen bilirsin ama bil ki ihtiyaç yok. İşimizi hızlıca halledip geleceğiz.”

“Tamam yoldaş; hızlıca halledip geleceğiz! Yani bak, “biz”li konuşuyorum…”

Daha fazla ısrara lüzum olmadığını anladı Yurdal yoldaş. Gayesi, temizlik işini yeni bitirmiş Ünal yoldaşın yorulmamasıydı. Zira ertesi gün yine fiziksel güce ihtiyaç duyulacak çalışma onları bekliyordu. Yurdal yoldaş bu bilinçle müdahale ederken aslında Ünal’ın genel karakterini hesaba katmadığını Ünal’ın son sözlerinden sonra anlamıştı. Vazgeçişi bundandı. Zira ikna etmeye çalıştığı kişi, söz konusu kitleler olunca karşısındaki düşündüğünden meyil vermeyen dikili bir beton olma ve bir o kadar da ısrar ve vazgeçirme kabiliyetine sahipti. “Ben de geleceğim” diyorsa, örgütsel açıdan bir otorite karşısına çıkmadığı sürece şans yoktu, gelecekti…

Zaman ilerlemişti. Artık gerekenler yapılmıştı. Sıra geri dönüşteydi. Son birkaç dakikadan beri telsizde düşman kanalının sürekli vurmasından rahatsız olan Yurdal, bu işte bir bit yeniğinin olduğunu düşündü.

“Sefkan yoldaş dikkatli olalım. Telsiz ful vuruyor. Aramızdaki mesafeyi açalım. Senin durumun nasıl Ünal yoldaş?”

“Ben iyiyim. Yokuş biraz beni yordu ama sıkıntı yok. İyiyim.”

“Tamam, biz de mesafeyi açalım ama sorun olursa bana yakın gelebilirsin.”

Ünal yoldaş kısa da olsa sarp veya yayvan yolculuklarda nefes nefese kalabiliyor, boğulma tehlikesi yaşayabiliyordu. Bir çeşit astım hastalığıydı onu yalnız bırakmayan. Ama her defasında, yere atılsa da, yuvarlansa da bir şekilde toparlanıyor, dikiliyor ve ekliyordu: “tamam yoldaş, ben iyiyim…” Güçlü bir irade sergiliyordu. Fiziki zorluklar karşısında en amansız mücadeleyi kendi beyninde veriyordu ve her savaşta galip geliyordu. Bu sefer, kimi zamanlarda karşılaştığı ek bir sıkıntıyla çarpışmak zorundaydı: görüş mesafesi… Zifiri karanlıkta önünü görmede herkesten daha fazla zorluk yaşıyordu. Bu da gözlerinin bozukluğundandı. Yurdal yoldaş bu durumu bildiği için gerektiğinde mesafeyi kapatabileceğini ifade etmişti ona. Bu kural, gerillada gözleri bozuk olan yoldaşlar için özgündür. Ünal yoldaş da bunlardan biriydi.

Ay henüz çıkmamıştı. Silahı elde, emniyeti açık ve duyarlılıkla ilerleyen Sefkan yoldaş karanlığın zifiriliği içinde ilerliyordu. Göreve gittikleri hattan farklı bir hat kullandılar. Vardıkları yer ise aynıydı: Mercan vadisine inen boğaz… Sefkan duyarlılığını yitirmek istemedi. Zira Yurdal yoldaşın ifadelerinden durumun ciddiyetini algılamıştı. Boğaza ulaştığında kendisinden geride gelen Yurdal ile Ünal’ın gelişini hissetmişti. Ancak ilerledikçe arkasındaki iki yoldaş henüz boğaza doğru çıkış aşamasında oldukları için artık onları duymuyor, sadece kendi vücudunun sesi geliyordu. Boğazlarda beklememesi gerektiğini bildiği için yürümeye devam etti. Hedefi, tehlikeli olduğu bilinen yeri denetleyerek geçtikten sonra durup yoldaşları beklemekti.

Ünal yoldaş Yurdal’la mesafeyi kapatmayı tercih etmişti; bastığı yerleri seçmekte zorlanıyordu. Yurdal yoldaş da bunun bilincinde olarak Ünal’dan daha hızlı yürümemeye özen gösteriyordu; kendi silueti Ünal için takip noktasıydı ama bu siluet yakın olmak zorundaydı. Boğaza artık varmak üzereydiler. Yurdal yoldaş duyarlılığını araziye vermek istiyordu ancak, hemen arkasında olan Ünal’ın derin nefes alıp vermesi onu engelliyordu. Boğazın düzlüğünü bu haliyle karşıladılar. Artık son bir tehlike vardı karşılarında: sol çaprazlarındaki kayalık. Yurdal yoldaş buranın pusu yeri olabileceğini biliyordu. O yüzden tüm duyarlılığını oraya doğru vermek istiyordu. Sefkan yoldaşın önden denetleyerek gitmesi onu rahatlatıyordu ancak düşmanın beklenen yerde konumlanmamış olabileceği de muhtemeldi. Pusuda ilk başta her zaman öndeki kişi vurulmaz. Bu pusuya yatanın hedefiyle alakalıdır.

Yurdal kayalıkları göremiyordu ama artık görüş alanına çıkmıştı. Arkasından gelen Ünal yoldaş da iki üç adım sonra görüş alanına girdi ve ilk silah patladı. Ardından peşi sıra gelen düşmanın Biksi ve Kalaşnikof silahlarının tarama sesleri boğaz düzlüğünü delik deşik ediyordu. Yurdal yoldaşın kaygısı haklıydı; düşman o kayalıklara konumlanmış, Sefkan yoldaşın geçişini takip etmiş ve ikisi de açığa çıkar çıkmaz pusuyu başlatmıştı. Düşmanın başlattığı senfoninin kızıl neferler tarafından bozulması uzun sürmeyecekti…

İlk ateş, Ünal’ı hedef almıştı. Aldığı darbeyle yere yığıldı. Yurdal da yaralanmıştı ama kendini yere atma refleksini gösterebilmişti. Beklemeden ateşin geldiği yöne doğru silahını çalıştırdı. Kendisinden biraz uzakta olan Sefkan’ın siluetini görüyordu. O da yere yatmış, ortalığı inleten düşmanın tarama seslerine gömülen doğaya bulunduğu yerden kızıl ton veriyordu. Fırsat kollayarak yerini değiştiriyor, daha uygun bir şekilde mevzilenmeye çalışıyordu. Her hamlede düşman, yoğun ateş altına tutuyordu. Yurdal hemen arkasındaki Ünal’a baktı.

“Ünal yoldaş…”

Bulunduğu yerde kendini zor bela ateşin geldiği yöne doğru siper alacak şekle büründürdü Ünal. Damarlarından akan kanın kokusunu almakta gecikmedi. Başının içine tokmakla vuruyorlarmış gibi algılıyordu yağan kurşunların patlama sesini. Yurdal’ın sesini zar zor anlayabildi.

“Ünal yoldaş, Ünal… Ünal yoldaş ses ver”

“Yoldaş ben vuruldum…”

“Yaran ağır mı?”

“Yok… Eee.. Ben iyiyim…”

“Çıkacağız burdan yoldaş. Bunun için düşmana ateş ederek geldiğimiz yöne doğru dönmeliyiz. Anlıyor musun?”

“Tamam… tamam yoldaş… tamam…”

Ünal’ın zor durumda olduğunu konuşmalarından anlamıştı Yurdal. Bunun için onun yanına gitmek istedi. O an anladı ki kendi aldığı darbe de ağırdı, kıpırdamakta zorlanıyordu. Vücuduna bir titreme geldiğini hissetti. Durumuna anlam vermeye çalışırken yanında düşmana doğru çalışan kleşin sesiyle irkildi. Ünal tüm gücünü silahını düşmana karşı doğrultmaya harcamıştı. Derin bir nefes aldıktan sonra ikinci hamleyi başlatmak için var gücüyle yüklendi, bastı tetiğe. Bunun, son çarpışması olduğunu anlamıştı. Kan akışından başı dönüyor, bir yandan da midesi bulanıyordu. Ölüme doğru yürüyüşteydi. Ama kafasında çocukluğundan başlayan film şeridi geçmedi. Onun düş dünyasında kavgada düşenler, işkencelere uğrayanlar, katliamlarda canını kaybedenler, ölenlerin arkasında ağlayan analar, göz evleri kurumuş yoksul çocuklar vardı. Askeri araç arkasında bağlanarak çırılçıplak halde dolaştırılan gerillayı, özgürlüğe susamış yoksul Kürt halkının faşizme karşı serhildanlarını, yaşam alanı zehir edilen Karadeniz halkının mücadelesini görüyordu. Bütün bunların yaşandığı dünyayı terk ederken son nefesini bile boşa harcamamalıydı. Bunun için kan emici TC devletinin faşist ordusuna karşı sonuna kadar savaşmalıydı. Bu, sonun son saniyesi olsa bile…

Sefkan yoldaş ne yöne doğru gitmesi gerektiğini düşündü. Yurdal’ın Ünal’la konuşurken yükselttiği ses tonunu almıştı. Ama içeriğini silah seslerinden anlayamamıştı. Bulunduğu yerde siper edinebilecek sadece küçük bir taş vardı. Arazinin ayrıntıları ateşin hattından tam olarak kurtarmıyordu onu. Bunun için yeniden yer değiştirmesi gerektiğini düşündü. Düşman ateşi azalmıştı. Uygun zamanın bu an olduğunu düşündü ve kayalığa doğru tarayarak bir hamleyle arka sol çapraza, yoldaşlarının bulunduğu yöne doğru fırladı. Doğrulduğunda birden yoğunlaşan düşman ateşi içinde buldu kendini; vücudunda anlam veremediği bir sarsıntı belirdi. Taramayı kesmeden tekrar kendi yerine geri döndüğünde vücudunun ter bastığını hissetti. Tahmini doğru çıkmıştı; yaralanmıştı.

Beraberinde taşıdığı sağlık malzemesini çıkardı raxtından. Aniden üzerine yağan kurşun yağmuru tam siper yere yatmasına sebep oldu. Bu şekilde yarasıyla ilgilenemeyeceğini düşündü ve yeniden düşmana darbe indirmeye odakladı kendini. Diğer yoldaşlarının silah seslerini de alabiliyordu ve bunlar arasında Yurdal yoldaşın kendisine seslendiğini de ayırt edebilmişti.

“Sefkan yoldaş… Yoldaş…”

“Duyuyoğum.”

“Ateş üstünlüğünü elde ettiğimiz ilk fırsatta kendini bu yana doğru at, tamam mı?”

“Tamam” dedi Sefkan. Yarasından bahsedip yoldaşlarının moralini bozmak istemedi. Ne garip, Yurdal yoldaş da aynı refleksi sergilemişti…

Sefkan silahını doğrulttu düşmana ve ateş etti ancak kısa süre içinde şarjörünün boşaldığını anladı. Önce şarjörünü değiştirmek istedi ancak daha etkili bir vuruş yapmak adına üzerindeki bombayı atmaya karar verdi. Bombanın yaratacağı şokla hızlıca yarasını sarabilir, şarjörünü değiştirip yoldaşlarının yanına varmanın yolunu bulabilirdi. Çıkardığı el bombasını hazır hale getirmek için önce güvenlik işlevini gören plastik halkayı mekanizmanın üstünden çıkardı. Sağ eliyle mandalı sıkıca kavradığı bombanın pimini sol işaret parmağıyla aniden çekti. Fırlatmak için uygun anı beklemek istedi. O an içinde büyük bir sabırsızlık hissetti. Kendisinin, halkının çektiği bunca acının hesabını sormanın sabırsızlığıydı bu. Ezilen, aşağılanan, ötekileştirilenler geldi aklına. Bütün bunların sorumlusu devlet ve piyonları kafasındaki fotoğrafın karşısında duruyordu. Ama her şey düş değildi. Ezilen milyonların öfkesi artık Sefkan yoldaşın mandalı kavrayan elinin avucu içinde birikmişti. Ağırlığı bundandı. Bu güç, birazdan faşist devletin kolluk güçlerinin üstüne bir bomba olarak patlayacaktı.

Aniden yaşadığı ilk bombalı deneyim aklına geldi. Ovacık’ın Cevizlidere mevkiinde yapılmak istenen ve halkı yerinden eden, yaşam alanlarını zehirleyen maden işletme yapımı için bölgeye gönderilen araçların ilerlemesine halk izin vermemişti. Bu, TİKKO’nun uyarısına eklenen bir de halkın uyarısıydı. Halkın bu uyarısına karşı ciddiyetsiz yaklaşan şirket, aracı karakola yakın bir yere bırakmıştı. Cevizlidere karakolu, bu aracın güvenliği olacaktı. Sefkan yoldaşın da dahil olduğu bir gerilla timi, uyarılara aldırış etmeyen ve karakola bel bağlayarak işinden vazgeçmeyen şirkete silahlı bir uyarıda bulunma kararını uygulamak için karakolun burnunun dibinde olan aracı patlattılar. Bombayı patlatan Sefkan yoldaştı. O zaman da büyük bir heyecanla halka karşı sorumluluğunu yerine getirerek faydalı bir iş yapmış olmanın mutluluğuyla geri dönmüşlerdi.

Şimdi, bir kez daha bu görevle karşı karşıyaydı. Düşmanın ateşi azaldı ama durmadı. Beklemek… beklemek… Kabul edilebilir bir yanı yoktu artık beklemenin. Zira vücudunda direncin azaldığını fark etmişti. Demek ki uygun fırsat, şimdiydi. Sol kolu üzerinde doğrulmaya çalıştı, başaramadı. Durumun daha da zorlaştığını anladı. Ama kafasındaki koca kuvvet, kitleler, yoldaşlar, devrim davası ona yeniden bir güç kaynağı oldu. Düşmana karşı duyduğu büyük bir kinle bağırdı, sol kolundan güç alarak doğruldu ve üzerine odaklanan ve şiddetlenen kurşun yağmuruna rağmen var gücüyle pimi çekilmiş bombayı, halkın biriken öfkesini kayalıklara doğru fırlattı. Aldığı yeni kurşun yaralarıyla ama son görevini yerine getirmiş olmanın mutluluğuyla yere yığıldı. Vücudundan daha fazla kan boşalıyor, sancıları çoğalıyor, hareket kabiliyeti azalıyordu. Resmen kan gölü içinde yatıyordu. Ama onu rahatsız eden tek şey, yoldaşlarının durumundan haberdar olamamaktı.

Yattığı yerden yoldaşlarının bulunduğu yere doğru çevirdi başını ve öylece kaldı. Gözlerini son kez yumana kadar onlardan bir haber alma ümidiyle öylesine bakıyordu. Ay çıkmıştı artık ve etraf biraz daha görülür haldeydi. Baktığı yerde sadece tam siper uzanmış bir siluet görüyor ve oradan sadece bir kleş azar azar çalışıyordu. Biri susmuştu…

Yurdal yoldaş yanı başındaki Ünal’ın şehit düştüğünü çağrılarına yanıt alamayınca anlamıştı. Onun sesini en son şarjörünü değiştirecek gücünün kalmadığını anlatmak için sarf etmeye çalıştığı zar zor cümlelerinden duymuştu. Ona karşı hissettiği dayanma arzusu nafileydi. Ünal partinin kızıl bayrağını döktüğü kanıyla çizmişti ve bedeni örsle çekiç arasında dövülmüş bir orak-çekiçti artık.

Sefkan yoldaşın attığı bombanın patlamasını fırsat kollayan Yurdal, biten şarjörünü değiştirmişti. Ama onun da fiziki direnci azalmıştı. Gücü sadece bulunduğu yerden düşmana doğru yönelttiği silahının tetiğine basmaya yetiyordu. Ateş üstünlüğünü elde edemiyorlardı bir türlü. Bombanın patlamasından sonra çalışan tek bir kızıl kleş kalmıştı. Merakından Sefkan’a seslenmek istedi ancak bağıramadı. İçinden slogan atmak geldi ama dudaklarını birbirine temas ettirme takadı kalmamıştı. Bütün gücünü, tetiğe basan işaret parmağına odaklamıştı ama artık o da güçten düşmüş, ateş edemiyordu. Yüzü gülüyordu. Ünal yoldaş yolculuğunda yalnız olmayacaktı. Misyonunu oynamıştı. Yoldaşlarını çatışma yerinde terk etmemişti, onurlu ve gururlu bir komutan olarak halkına ve yoldaşlarına layık olma çabasıydı verdiği. Sınavı geçmişti ve artık gönül rahatlığıyla dünyaya veda edebilecekti. Toprağa düşen bedeni artık gelecek için serpilmiş bir tohumdu ve derinlere karışan kanı kendisinden önceki tohumlara su oluyordu. Ortalık sessizliğe gömülmüştü ve bu sessizliğe Yurdal’ın kalp atışları da eşlik ediyordu…

(Devam edecek)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu