DerlediklerimizGüncel

EREN KESKİN | “Irkçı milliyetçilik ve linç kültürü”

"Biz farklı düşünenler, devletin resmi ideolojisini eleştirenler, resmi ideolojinin kırmızı çizgileriyle kavgası olanlar, her zaman tehdit ve baskı altındayız, rehin olarak yaşıyoruz"

Günlerdir, insan hakları savunucusu arkadaşımız, sevgili Şebnem Korur Fincancı’ya yönelik bir linç politikası yönetiliyor. Bu politikanın, ne kadar derinlerden planlandığını ve buradan topluma yayıldığını, bizler insan hakları savunucuları olarak çok iyi biliyoruz çünkü benzerlerini zaman zaman, hepimiz yaşıyoruz.

Şebnem Korur Fincancı’nın verdiği bir işkence raporu gerekçe gösterilerek, bunca linç edilmesinin asıl olarak arkasında yatan, devletin, resmi politikalarının, kırmızı çizgilerinin tartışılması. Yaşadığımız coğrafyada devletin en önemli kurumlarından biri Adli Tıp Kurumu, Adli Tıp Kurumu resmi bilirkişilik kurumu ve tümüyle siyasi iradeye bağımlı. Bu konu, bugünün sorunu değil. Devletin kuruluşundan itibaren, resmi ideolojinin yerleştirilmesi adına, Adli Tıp Kurumu’na çok önemli görevler yüklenmiş.

Bugün, insanlık suçu olarak değerlendirdiğimiz soykırımlar, katliamlar, işkence politikaları, bunların hepsinin ardındaki cezasızlık politikasında en önemli etkenlerden biri de Adli Tıp Kurumu. Adli Tıp Kurumu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, devlet olarak işlediği tüm suçların üzerini kapatan bir kurum.

Coğrafyamızda işkence bir devlet politikası. Sorumlu olan sadece işkenceyi uygulayan değil, işkenceyi raporlamayan Adli Tıp Kurumu, soruşturmayan savcılar, dava açılsa bile ceza vermeyen hakimler; hepsi bu sistemin parçaları. Ama işkencenin belgelenmesi açısından en önemli kurum Adli Tıp Kurumu ve Adli Tıp Kurumu’nun işkenceye karşı duran ve işlevsiz bırakılan politikası.

Şebnem Korur Fincancı’ya tavır almalarının, onu hedef göstermelerinin en önemli nedenlerinden biri de budur. Çünkü Şebnem Korur Fincancı devletin işkence politikasına karşı çıkmış, mağduru kim olursa olsun, işkenceyi tespit ettiği anda bunu raporlamış bir hekimdir. Sadece bizim coğrafyamızda değil, uluslararası birçok insanlık suçu olayının da ortaya çıkarılmasında Şebnem Korur Fincancı önemli roller üstlenmiştir. Ayrıca uluslararası işkenceye karşı insan hakları hukukunun oluşmasındaki yazılı belgelerin hazırlanmasında da Şebnem Korur Fincancı’nın çok büyük katkıları olmuştur. Örneğin İşkenceye Karşı Tutum Belgesi olarak kabul ettiğimiz İstanbul Protokolü’nün hazırlayıcı ekibindendir. Bu protokol bugün Birleşmiş Milletler Sözleşmesi anlamına gelmektedir ve bağlayıcı niteliktedir.

Şebnem’in özellikle sosyal medyada ve medyada linç edilmesinin ardında yatan da bir işkence olayı karşısında vermiş olduğu rapordur. Adnan Oktar ve grubunun işlediği suçları, hak ihlallerini anlatan ve hazırlanmasının da maksatlı olduğunu düşündüğüm bir belgeselde, Şebnem Korur Fincancı’nın bu yapıya bağlı olan bir kişiye vermiş olduğu işkence raporu tartışma yarattı.

O günleri çok iyi hatırlıyorum. İnsan Hakları Derneği’nin İstanbul Şubesi’nde yöneticiydik. Adnan Oktar grubu derneğe de başvuru yapmışlardı, gerçekten işkence görmüşlerdi. Hatta biz de kimliklerine bakmaksızın işkenceye maruz kaldıkları için o dönem İnsan Hakları Derneği’nde basın açıklaması yapmıştık.

Eğer bir insanlık suçu söz konusu ise insan hakları savunucuları, mağdurun kimliğine asla bakmaz. Kim işkenceye maruz kaldıysa, onunla ilgili rapor alınması için gerekenleri yaparlar; suç duyuruları, basın açıklamaları yaparlar ve kamuoyunu bu konuda bilgilendirirler. O zaman da yapılan budur ve doğrudur.

Ancak Şebnem Korur Fincancı’nın bugün linç edilmeye çalışılmasının ardındaki tek gerçek, verdiği işkence raporları değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürt politikasını eleştirmesi, bu sorunun şiddetle değil konuşarak ve barışarak çözülebileceği yönündeki fikirlerini her yerde söylemesidir. Esas tepki çeken de budur.

Şebnem Korur Fincancı aynı zamanda Ergenekon davasının müdahilidir ve bu müdahilliği son derece haklıdır. Bugün Ergenekon davası boşa çıkarılmış bir dava olsa da esas olarak o davada yargılananların büyük bir çoğunluğu, derin devlet mensubuydular. Gerçekten de büyük suçlar işlediler. İnsan hakları savunucuları olarak bu davada sanık olarak yargılananların çoğunu çok yakından tanıyoruz, suçlarını da çok yakından biliyoruz. Ancak o dönem bu davayı açtıran devlet aklı, bir süre sonra başka ittifak ortaklarıyla devam etme kararı aldı ve bu dava boşa çıkarıldı. Oysaki Ergenekon davası önemli bir davaydı.

Bizler insan hakları savunucuları olarak çok önemli devlet suçlarının, devlet güçlerinin işlediği çok büyük suçların, hak ihlallerinin tanıklığını yaptık. Ama maalesef ki başta Adli Tıp raporları olmak üzere, devletin cezasızlık politikası bu suçların hepsinin üzerini örttü. Bu suçları ortaya çıkarmaya çalışan, hâlâ yüzleşme talep eden herkes ise maalesef ki sürekli bir tehdit ortamında yaşamaya devam ediyor.

Düşününki birçoğumuz sabah kalktığımızda sosyal medyadan bizlere gönderilen sarı torba fotoğraflarıyla uyanıyoruz, tehditler alıyoruz. Bazı siyasi partiler özellikle Zafer Partisi’nin ekipleri tarafından bazı açıklamalarımız hedef gösteriliyor ve günlerce linç ediliyoruz. Bütün bunları bu insanlar, özgürce yapabiliyorlar. Irkçı milliyetçilik, devlet eliyle önü açılarak son derece tehlikeli boyutlara ulaşıyor.

Biz farklı düşünenler, devletin resmi ideolojisini eleştirenler, resmi ideolojinin kırmızı çizgileriyle kavgası olanlar, her zaman tehdit ve baskı altındayız, rehin olarak yaşıyoruz.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu